Kültürleri, hükümetleri ve tarihleri istilâ edilmiş mazlum milletlerin “doğru tarihlerini” araştıran yazarlarımız, antik çağların toprak altına çekilmiş şehirlerinin tarihçelerini taş ve mozaik parçalarından soran arkeologlarına ne kadar da benziyorlar. Bazen bir isim ve resim, bazen bir hadise ve bazen de kesişen silik patikalardan hareket ederek bir devri aydınlatmak mümkün olabiliyor. Kostroma Medresesi’nde Said Nursî’den Arapça öğrenmiş Amerika’daki yaşlı Alman subayın, yolumuzu nerelere uğrattığını biliyorsunuz. Söz Said Nursî ve Risale-i Nur’a gelince de; Birinci Cihan Harbi öncesini-sonrasını, Şimal cereyanının coğrafyasını ve bu coğrafya mensuplarının savaş öncesi ve sonrası tarihçelerini, maceralarını, dostluk ve düşmanlıklarını ve nihayet zamanımıza doğru akıp gelen hadiseler zincirini merak etmemek, araştırmamak, ilgi ve alâkalarını bir araya getirmemek ve ahir zamanın insanlığı titreten bu dehşetli hadiselerinde bu kahramanların rollerini merak etmemek mümkün olmuyor.
Bu yazıda itina ile seçtiğimiz isimler, coğrafyalar, olaylar, muhtemel irtibatlar ve müşahhas hadiselerin tamamını, Risale-i Nur Külliyatı’ndaki bilgiler ışığında ele aldığımızı biliyorsunuz. Şimal Cereyanı, Kuzey Avrupa, Kuzey Kutup dairesi, İskandinavya, Almanya, Kostroma, St. Petersburg, Sibirya, Varşova ve Berlin gibi coğrafyalar; Bismarck, Hindenburg, Troçki, Lenin, deccaliyetin mühim kuvvetleri, Masonluk, Bolşevizm, Komünizm, Burjuva, Sosyalizm, inkâr-ı Uluhiyyet, ilhad cereyanı, nifak cereyanı ve zındıka gibi özel ve tüzel bütün isimlerinin de Risale-i Nur Külliyatı ile ilgilerini biliyorsunuz. Söz konusu isimlerin, Risale-i Nur gibi Kur’ân’ın zamanımızdaki en büyük tefsirinde zikredilmelerinin hikmetini anlamak için, mecburen definisyon ve tahlillere girişeceğiz…
Yalnız o isim, hadise ve coğrafyalarla değil; öncesi, sonrası, çevresi ve devamı niteliğindeki isimlerle de ilgileneceğiz. Unutulmamalıdır ki; dolaylı olarak yazılarımıza dahil olacak isim, coğrafya ve hadiseler; sırf Risale-i Nur ilgi ve vesilesiyle ele alınacaktır. Yoksa; ne bilgimiz ve ne de zamanımız bu garip asırdaki olayları ve şahısları tarihçeleri cihetiyle incelemeye müsaade etmiyor. Bizden sonra bu sahayı merak edip yürümek isteyenlere küçücük bir yardımdır niyetimiz.
Geçen yazımızda Said Nursî’nin mükerreren sena ile bahsettiği Prens Bismarck’tan ve Birinci Cihan Harbi vesilesiyle de P. Hindenburg’dan kısaca söz etmiştik. Galiplerin tamamen meçhule gömemedikleri Mareşali anlatırken, onun önemli bir tezinden de bahsetmiştik. Hindenburg; savaşta galip olan Almanya’nın, ihanet hançeriyle arkadan vurulduğunu ve böylece Versailles’a mahkûm edildiğini söylüyor. Galiplerin “komplo teorisi” veya “Hançer Efsanesi” olarak istihzaya aldıkları bu hadise ile; bu dönemde hem Berlin’de ve hem de St. Petersburg’da ihtilâle kalkışan Komünistlerin mahiyetleri arasındaki şiddetli alâka; zihin ve muhakememizi harp öncesine götürüyor. Okuyucularımızın zihinlerini dağıtmamak için meseleyi Bismarck’ın başında bulunduğu Prusya savaşına, Komünistlerin 1870’lerdeki Paris kalkışmasına ve sonra birdenbire Yahudilikten Hıristiyanlığa vaftiz olan binlerce kuzeyliye değinmeden; yalnızca on-on beş sene geriye gidip, bazı ipuçlarını yakalamak istiyoruz.
Cinayetlerini ve mahiyetlerini tarihten gizlemek isteyen hâkim cereyanlar; aynı karede olaylara şahit coğrafyaları birbirinden uzak, aynı dönemde işbirliği yaparak cinayet işlemiş kahramanları birbirine yabancı ve aynı neticeye yönelik olayları da birbirinden alâkasız olarak yazarlar ve ders verirler. Söz konusu dönemi yazan Hollandalı Zürcher’in eserinde İttihatçılar arasındaki Dr. Nazım ile Leo Troçki bağlantılarını ilk okuduğumda çok garipsemiştim. Sonra, Zürih Üniversitesi hocalarından Hanslucas Kieser’in yazmış olduğu, meşhur Alexander Israel Helphand’ın (İttihadçılarımızın başdanışmanı Parvus Efendi) İstanbul yıllarını anlatan çalışması elime geçince; söz konusu edeceğim on-yirmi senede cereyan eden olayların iç içeliğini, şahısların aynı komitelerde, aynı üniversitelerde ve aynı burslarla okuduklarını ve coğrafyalarının yakınlığını hayretler içinde seyretmeye başladım. İnkâr-ı Uluhiyyet ve nifak cereyanlarına mensup bu Marksist yoldaşların; Paris, Londra, Zürih, Berlin, Viyana, Selânik ve İstanbul beraberliklerini düşününce de, mazlum Alman ve Türk çocukları adına üzüldüm. Dr. Nazım ve arkadaşlarının Paris’te Prens Sabahaddin idaresindeki Ahrarlardan ayrıldıklarını da bu vesile ile öğrendim. Bu kadar hakikatli, açık seçik ve daha dün meydana gelmiş hadiseleri gizleyenler, Paul Hindenburg’un ihanet hançerini alaya almışlardı. Servete yaslanıp büyük imkânlarla deha çocuklar ve stratejistler yetiştirmiş, fen ilimlerinde üniversite kürsülerini ele geçirmiş ve daha o zamanlar Avrupa genelinde yüzlerce gazete çıkarmakta olan intikamcılar, Hindenburg’u ademe mahkûm etmekte elbette zorlanmayacaklardı.
Hindenburg’un seslendirdiği ihaneti Alman araştırmacılar henüz bize detaylı anlatmadılar. Kilisenin, zenginliklerinden dolayı vaftiz edilerek kabul edilen Yahudilerle alâkalı Prens Bismarck’ın ikazları da görünmüyor ortada. Demokrasi yürüyüşünü başlatan Bismarck’ı Yahudi asıllı tetikçi Ferdinand Cohen-Blind ile durduramayanlar, başka yollarla partisine sızacaklardı. Parvus Efendi ve vaftiz edilmiş (!) arkadaşlarının gayretiyle Sosyal Demokrat Partisi kısmen işgal edilecekti. Bilinmeyen ve yazılmayanlar arasında, savaş yıllarında bu grupların Doğu (daha çok Galiçya) ve Batı cephelerinde yaptıkları ihanetler de var. İlginç olan bir başka nokta ise, bu kritik zamanda Wilhelm’e danışman olmuş meşhur Hamburg’lu Warburg’un istihbarat şefliğini sürdürmesidir. Bütün bu hikâyelerin hakikatlerinin, Alman araştırmacılarından sabırsızlıkla beklendiğini de vurgulayalım.
Zehirli hançeri önce Berlin’e mi, yoksa İstanbul’a mı sapladılar, sorusunun cevabı da gariptir. Endülüs’te katliâma maruz kalmış yüz binlerce Musevî ‘yi Makedonya’ya iskân eden şefkatli Osmanlı, en büyük ihanet darbesini Sefaradlardan 31 Mart 1909’da almıştı. 17. Yüzyılda Sabatay Sevi bahanesiyle başlatılan çalışmalar, dönmelerin saltanata gizlice geçmeleriyle neticelenecekti. Sultan İkinci Abdülhamid’in, Balkanların Kudüs’ü olarak anılan Selânik’e sürgünü ve bir Musevi’nin evine hapsedilişi… Kanaatimizce Safardinler Aşkenazlardan önce davranarak nazlı İstanbul’u hançerlemişlerdi.
1911’de 67 yaşında emekli olmuş Paşa’yı Wilhelm mi çağırmıştı, yoksa vatanın içine düştüğü felâketi gördüğünden o mu vazifeye koşmuştu? İşte burası meçhul… Cihan harbi içinde (İngiltere ve Rotschild ile anlaşarak) Almanya’daki büyük devrimlerini hayal edenlerin Hindenburg’un döneceğini tahmin edemediklerini söyleyebiliriz. Alman ordusunun en başarılı subaylarını birebir tanıyan eski hocası Mareşal’in dönüşüyle Spartakusçularda (Komünist Parti ve örgütü) hayal kırıklığı başlamıştı. Fakat onların imkânları, bir çok yeni planı devreye sokacak ve yeni yangınları çıkaracak kadar genişti. İçerde Kral Wilhelm’e karşı halkı yalan ve iftiralarla sokağa döken Komünistler, her gün yeni bir grev dalgasıyla cepheleri sarsıyorlardı. Ve nihayet Kral Wilhelm tahttan inmeye mecbur kalınca da, başa geçen yeni idare ile intikamcılar soluğu Versailles’da alacaklardı. Bir taraftan St. Petersburg’da Çar’ın yerine geçirilen Kerensky’e maddî destek, diğer taraftan Almanya içerisinde ayaklanmalar ve ihtilâller… Galip iken Almanya, Rotschild’in teçhiz ettiği yüz bin Amerikalı asker de Belçika’ya gelince, birdenbire mağlûp duruma düşmüştü. İşte bu hançeri ellerinde tutan Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve Parvus’un diğer arkadaşları; tarih boyunca silâhlarını demokrasi yolundaki milletlere, global dinsiz sermaye adına doğrultacaklardı.
Hikâyemiz devam edecek…