Dinî cemaatlerimizle devlet arasındaki irtibat, muvazene ve zaman zaman birlikteliklerine, labirentlerin azıcık dışından bakmaya ne dersiniz.
Zaman selinin akıntılarında ve ona bağımlı olarak yaşadığımızdan, onun hakkımızdaki hükmünü çoğu kez göremeyiz. Hem coğrafya ve hem de yaşanılan zamandan uzaklaşarak cemaatlerimizin geçmişteki ahvallerini tahlil etmek daha sağlıklı olmaz mı? Kim bilir… Türkiye’miz olarak, 12 Eylül ihtilâlinden sonra cereyan eden hadiselere hep içerden baktık. Kemalistlerin “geleneksel zorbalıklarla” istintak ederek zabt u rabt altına aldığı cemaat temsilcileri ve müntesiplerine uygulanan gizli istibdat. Cemaatlere, bir birine düşmanlık ve nifak şartıyla verilen kısmî hürriyetler ve bazılarına maddî yardımlar… 2002’ye kadar yardımların, daha çok dahili organizasyonlarla yapıldığını da geriden geriye duyacaktık. Kemalistlerin ihtilâl taşeronluğu, cemaatlerin olaya “dahili” bakmalarını sağlamıştı. Globalleşen dünya siyasetinden, o siyasetin temsilcileri olacak Thatcher, Regaen, Kohl ve Özal gibi aktivistlerden, daha doğrusu Şikagolu ve Londralı Neoliberallerden hiçbirimizin haberi yoktu. Başta Türkiye olmak üzere dünyadaki İslâmî gelişmeleri ve doğrusu hürriyet ve demokrasilerin yükselişlerini durdurmak için keselerin açıldığını, yıllar sonra öğrenecektik. En uyanık ve düşmanını tanıyan dinî cemaatlerimiz bile, ancak Kemalist ihtilâlcilerin ve bir kısım yabancı istihbaratların kapılarına kadar cinayetlerin izlerini takip edebiliyorlardı.
Devletleri özelleştirerek milletlerin iradelerinden kaçırma ve bütün toplumları tahrip etme projelerinin sahipleri olarak neoliberaller, önce devleti sosyal alandan çekmekle işe başladılar. Bir takım lokal rüşvetlerle sosyal hizmeti özelleştirmeye gittiler: Sağlık, eğitim, aile danışmanlıkları, çocuk bakım ve eğitim yuvaları ve daha yüzlerce kalemde özelleşmeye giderek “millî devleti” devre dışı bırakmaya yöneldiler. Kemalizmin mengenesinde yarım asra yakındır inleyen Müslüman dinî cemaatler, Anayasadaki hükümlere ve Kemalizmin her şeyi zabt u rabt altına aldığına bakmaksızın bizdeki neoliberallerin telkin ve siyasî rüşvetlerine maalesef aldandılar. Ve çoğu da, fukara Müslümanların himmetlerini “sosyal hizmet müesseselerine” yatırdılar. Kendilerine kurulmuş tuzaklardan habersizce mevcut sistem içinde, “dindar nesiller” yetiştirebileceklerine kendilerini inandırdılar: Okullar, hastahaneler, kreşler, Kur’ân Kursları ve daha nice sosyal müesseseler.
Hücum için kendilerini gözleyenler, onların mayınlı alanlara girmelerini bekleyip durdular. Zira yaptıkları bütün “sosyal hizmetler” temelde kendilerinin anayasasıyla çelişiyordu, kanunen yasak olduğu halde sabredilmişti, kendilerine… Sonra olanlar oldu. Her ihtilâlden sonra yaptıkları gibi… Dinî cemaatlerimiz, devletin yapması gereken “sosyal hizmetler” vadisinde hem himmetlerinden ve hem de hürriyetlerinden oldular. Neoliberallerin “hürriyetçilik oyunlarını” dinî cemaatler en çok 28 Şubat öncesinde yaşamışlardı. Ve sonra da 15 Temmuz kalkışmasıyla olup bitenler…
Kemalizm’in fakr u zarurete mahkûm ettiği dinî cemaatlerden, bazılarının ihtilâlcilerin maddî manevî desteklerine mazhar olmaları ve füze hızıyla akranlarının arasından yükselişleri de fazla dikkati çekmemişti. Kur’ân ve iman dâvâsındaki bir çok kardeşimizi üzmemek için, o dönemde cereyan etmiş müşahhas olaylara girmeyeceğiz. Fakat hakikati kaydeden doğru tarihin; o günün hadiselerini, hadiselerde vazife almış kahramanlarını ve icraatlarının neticelerini bir bir kaydettiğini hepimiz biliyoruz. Zaten çoğu da gazete arşivlerinde mevcuttur. Yalnız; bu dönemde Kemalist veya mason geçinerek dinî cemaatleri maddî yardımlarla dizayna kalkışanların, neoliberallerin Türkiye’mizdeki vazifelileri olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz. Dindar Özal ve siyasal İslâmcı kadrolar… Biraz da Türk Milliyetçiliği… İşte sana Türk-İslâm sentezi… Hiçbir dinî cemaatimiz –maddî gücü yerinde olanlar- bu aymazlıklara itiraz etmemişlerdi.
Neoliberallerin bu dönemde, yüksek ücretler ödeyerek topladığı sosyal bilimci, şarkıyatçı, Türkolog ve İlahiyatçılarla oluşturdukları enstitülerde Müslümanlara “yeni kimlikler” imal ettiklerinin de farkına varamadı, dinî cematlerimiz. Müslümanların M. Kemal ile barıştırılması, dindar Atatürkçülük, Ilımlı İslâm (sonradan bu çizgi hurafelerle dolu Liberal Müslümanlar durağına ulaşacaktı), Türkiye İslâmı (İran ve Araplardan bizi uzak tutmak üzere), Euroislam ve Feminist Müslüman Kadınları hareketi gibi onlarca projenin belli enstitülerde hazırlanarak, ANAP‘ın köy yollarından önce katır sırtında elektrik hizmetiyle, Türkiye Müslümanlarına tatbikini de çoğu cemaatlerimiz sonradan anlayacaklardı. Light İslâm için koşuşturan prensler, prensesler, papatyalar, beyaz kelebekler ve üniversitelerin bahçelerinde dans eden üniversite öğrencilerini cemaatlerimiz anlayamamışlardı. Zira onlara verilen akçeli akçesiz yardımlar, kanunun yasaklamasına rağmen göz yuman siyasetçilerin arkalarını sıvamaları ve günlük hayatta sabır ile tolere edilen bazı icraatlarıyla, meczubane neoliberal politika ve siyasetçileri desteklediklerine bizim neslimiz, yaşayarak şahit olmuştu.
Neoliberallerin, zorba Kemalistlerden farklı bir metodla, yani sözde hürriyet ve sivillikle komünizmi veya global ahlâksızlığı insanımıza sunduğunu, sefahatin önündeki bütün bariyerleri kaldırarak bilhassa gençliğin hayvanî arzularına start verdiklerini, tesettürü itibarsızlaştırarak müstehcenlik ve iffetsizliğin kapılarını “açık toplum“ felsefesiyle sonuna kadar açtıklarını; hissettikleri halde Müslüman cemaatlerimiz kuvvetlice itiraz edip karşı duramamışlardı. Sefahat ile ibadete aynı kapıdan ve aynı insanlar gidebilirler miydi? Haram ile farz ibadet aynı insanlarca ve bitişik mekânlarda icra edilir miydi? İşte bu soruları dinî cemaatler neoliberal pratisyenlere soramadılar. Betty Mahmoody’den, Teslime Nesrin’e, Ayan Ali Hırsî’ye ve Rabia Kadir’e kadar… Kadının üzerinden yürütülen “nesh-i insaniyet” (insanlığı yok etme) projelerinin hangi merkezlerce hazırlanıp neşredildiğini de anlayamadık. Töre Cinayetlerinin arkasına saklanılan “iffet ve aile” düşmanlığından tutunuz, Özal’ın israf ve tüketim toplumunun sözcülüğünü yaptığı raddeye kadar. Özal ile start edilen “dehşetli dünyevîleşme“ sürecinin daha sonraki “siyasal İslâmcılar” döneminde dönüştüğü “yeşil sermaye fırtınasından” ta 28 Şubat soğuklarına kadar… Bütün bu zamanlarda ortaya çıkan hadiselerin, planlıca yapılmış tahribatların, İslâm’a sokulan modern bidaların, cemaatlerin yardımıyla terk ettirilen kimliklerin ve sonraki konularımızda genişçe ele alacağımız faizle tanışmaların yekûnunun, neoliberal cereyanların yardımlarıyla gerçekleştirilmiş tahribatlar olduğunu dinî cemaatler maalesef anlayamadılar.
Zira, istiğna düsturunu, sosyal devletin vazifesine karışmanın mahzurlarını, dinin dünyevî siyasetler üstü olduğunu, Allah rızası dairesi dışına çıkıldığında veya ahiret hedefinden kopulduğunda; dinî cemaatler için her şeyin neticesiz kalacağını maalesef nazarda tutamadılar, çoğu cemaatlerimiz.