Bizler ilke olarak müsbet hareketten yanayız.. Mısır’la, Libya’yla ve Suriye’yle ile ilgili duruşumuz hep bu hassasiyetten kaynaklanıyordu.. Bugün Türkiyemizle ilgili olarak da ne olursa olsun müsbet hareketten yana tavır alırız.. Anarşi ve kaosa karşıyız.. Bu bizim ilkeli görüşümüzden kaynaklanır..
Taksim Gezi Parkı ile ilgili itiraz ve müsbet eylem haklıdır. Ancak bu tepkinin anarşik bir hal alması doğru değildir... Polisin eylemcilere şiddet uygulaması ve gücünü halk üzerinde kullanması da ne yazık ki ancak totaliter iktidarlarda görebileceğimiz bir utanç tablosudur… İktidar kanadının bazı söylem ve icraatları anarşiyi körükleyecek cinstendir. Bu konuda geri adım atmamaları ve insanları itidale sevk edecek açıklamalar yapmamaları ise ancak güç sarhoşluğu ve aymazlıkla nitelendirilebilir.
Bu tür eylemlerde dikkat edilmesi gereken şey, eylemlerin herhangi bir provokasyon ile şiddet içeren toplumsal bir harekete dönüşmemesidir. Bunun için de idareciler ellerinden geleni yapmalıdır. Ancak “ellerinden geleni yapmak” dediğimizde, bu, eylemcileri tedhiş ve şiddet ile hizaya getirmek olarak algılanmamalı. Bilâkis azamî derecede itidale sevk edecek, şiddetten uzak ve krizi çözecek adımlar atılmalıydı. Cumhurbaşkanı’na bile yapılan onlarca çağrıya rağmen bu ülkeyi idare edenler büyük bir riske girerek 31 Mayıs gecesini kaos ve anarşiye teslim etmeyi göze almışlardır. Tek yapabildikleri ise, aynı Reyhanlı’daki gibi, medya karartması ve polis baskısı olmuştur.
Uluslar arası medyanın yaşananları “Türk Baharı” olarak lanse etmesi ise asla tasvip edilecek bir yaklaşım değildi. Bizler bu ülkede o çeşit bir “bahar” yaşamak istemiyoruz. Sözde Arap Baharı’nın ülkemizde yaşanmasını hiç kimse istemez.
Şu da var ki, bu olaylar sosyal medyanın güç ve etkisini bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Facebook ve Twitter üzerinden insanların örgütlenme hızı ve etkinliği korkutucu ve hayret edilesidir. Bunun yanı sıra, bu kanallar aracılığıyla yalanın ve yanıltıcı bilgilerin de çok hızlı ve kolay bir biçimde yayılması dehşet verici bir realite olarak karşımızda durmaktadır.
Öte yandan bazı kişilerin yaşananları derin çetelerin işi olarak lanse ettirmek istemeleri de etik değildir. Aynı kişilerin Tahrir Meydanı, Mursî iktidarına karşı ikinci defa doldurulduğunda, “Bu Mısır derin güçlerinin işi” demesi de aynı derecede gülünç ve ibretlikti.
Halkı sadece “bizim gibi düşünenler” olarak tanımlarsanız işte böylesi bir yanılgıya düşersiniz. Sizin gibi düşünenler halk da, sizin gibi düşünmeyenler çete midir? Bu hastalıklı bir zihniyet olsa gerek ve bu zihniyet gerçekten de Kemalist ideoloji ile beslenmiş laikçi jakobenlerden pek de farklı değil… Tek farkı başına bir “muhafazakâr” etiketi yapıştırmaktan ibaret… Dolayısıyla nazarımızda her iki zihniyet de sakildir.
Ne talihtir ki, bizim ülkemizde müsbet hareket zihniyetini 80 küsur yıldır yerleştirmeye çalışan itidalli gruplar var… Bunların ektiği müsbet hareket tohumları sayesindedir ki, ülkemizde herhangi bir anarşik devrim yahut sözde bahar yaşanmasına ihtimal vermiyoruz.
Ancak hükümetin son zamanlarda yoğunlaşan ve olayları bu noktaya getiren basiretsiz, ferasetsiz ve ilm-i siyasetten tamamıyla uzak icraat ve söylemleri gerçekten şaşılası ve üzücüdür. Dünyaya nizamat verme iddiasıyla ortada dolaşırken, kendi memleketinde bu denli acziyete düşmek her halde en hafif tabiriyle trajik bir durumdur.
Dileriz ki; Taksim’de ve diğer bölgelerde yaşanan şiddet derhal son bulur, hükümet de insanları sokağa dökecek icraat ve söylemlerinden geri adım atarak sadece yüzde 50’nin değil, bütün Türkiye’nin hükümeti olduğunu hatırlar ve demokrasi kavramını daha derin düşünerek çözümlemeye başlar…