Başbakan Erdoğan, açık ve net bir şekilde muhaliflere lojistik destek sağladıklarını tekrar kabul etti. 2012’nin Eylül ayında Washington Post’a verdiği bir röportajda da bunu vurgulamıştı zaten. Böylece Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa başka bir ülkede silâhlı mücadele veren bir gruba resmen ve açıktan destek verildiği ülkenin başbakanı tarafından deklare edilmişti…
Bu durumda da lojistik destek sağlanan muhaliflerin bütün yaptıklarının sorumluluğunu, iyisiyle kötüsüyle, üzerimize almış olduk. Aslında Başbakan Erdoğan ve kabinesi üzerine almış oldu desek daha doğru olur.
Peki bu ne anlama geliyor?
Bu Suriye’deki iç savaşta bir taraf olduğumuz anlamına geliyor.
Hepimiz biliyoruz ki, Suriye’de çok kanlı, çok gaddar ve çok şiddetli bir iç savaş yaşanıyor. Esad yönetimine bağlı ordu ve milis gruplar akla hayale gelmeyecek cinayetler işliyor. Buna karşılık Suriye muhalefeti de, tek başlı olmadığı ve küresel güçlerin piyonları devrede olduğundan diğerinden aşağı kalmayacak cinayetlere imza atıyorlar…
Orada yaşanan; “kimin canavarlığı daha şedit” tartışmasından öteye geçmiyor. Her gün farklı bir video görüntüsü internete düşüyor ve hunharca işlenen insanlık suçları gözler önüne seriliyor… Bir gün bu videoların baş aktörü rejim yanlıları olurken, öbür gün aktörler muhalifler arasından çıkıyor.
Dolayısıyla her iki tarafın cinayetleri de Arşı Alayı titretecek bir dozda devam ediyor. Herhangi bir tarafa meyletmek ve taraftar olmak ise işlenen cinayetlerde maddî ve manevî mesuliyet doğuruyor.
Türkiye’nin, devlet olarak, bu iki eli kanlı taraftan birine açık bir şekilde taraftar olması ise, daha ciddî bir mesuliyet anlamına geliyor.
Erdoğan’ın her fırsatta yanlış Suriye politikasını eleştirenlere, “Esadçı” yaftası yapıştırması ve bunları Esad’ın işlediği insanlık suçlarına ortak etmesine mukabil; kendisinin de açıktan lojistik destek sağladığı muhaliflerin eylemlerine ortak olması ve bu iç savaşın doğurduğu maliyetleri de üstlenmesi gerekmiyor mu?
Yoksa bu sorumluluğu ve maliyetleri de başkalarına mı yüklemeyi düşünüyor?
Gelişmeler çok enteresan hesapların yapıldığını gösteriyor aslında. Sözgelimi, Türkiye topraklarından çekilen PKK’lı teröristlerin, Irak yönetimi tarafından istenmemesi üzerine Suriye’ye doğru yönlendirilmeleri ve burada PYD ve ÖSO ile el ele verip Suriye’deki rejime karşı savaşma ihtimali tesadüf mü?
Elbette değil… Böylece çözüm süreci ve PKK’nın çekilmesinin pragmatik sebep ve sonuçları da anlaşılmış oluyor… İşlevini yitirmiş bir mekanizmanın işlerlik kazanması ve hedefler doğrultusunda istimalinden başka bir şey değil…
Nitekim Patriotların ve Kürecik’teki radarların bu sürece destek olarak konuşlanması da yap-bozun parçaları gibi yerli yerine oturmaktadır.
Bu arada, sınırlarımızda böyle stratejik giriş çıkışlar yaşanırken, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin garip bir şekilde sınırlardan sorumlu olmadığını deklare etmesi herkesi şaşırtmıştı. Bu durumda sınırlardaki hareketlilik tamamıyla MİT ve Emniyet ortaklığında yönetiliyor demektir. MİT ve Emniyet’in anlaşmazlıkları durumunda da, Reyhanlı’daki gibi istihbarat zafiyetleri ortaya çıkıyor. Bunun maliyeti ise en az 51 can…
Öte yandan biber gazı ve coplarını ses çıkaran herkese karşı kullanan polis teşkilâtına 10 bin kişilik yeni bir takviye yapılması gündemde…
Türkiye’yi idare edenlerin ağızlarında barış türküleri eksik olmazken, kendilerini bu denli şiddet ve silâhlı mücadelenin merkezine oturtmaları ciddî bir tezattır.
Oldu olacak polislerden müteşekkil yeni bir mobilize ordu oluşturulsun da her nerede ihtiyaç var ise, sözgelimi Suriye’de ve başka yerlerde istimal edilsin!
Bizce barışın dilini benimseyenler, fiilleri ve icraatlarını da bu yöne kanalize etmeliler.
Yoksa herşey lafta kalır...