Geçen günlerde ülkemizi de ziyaret eden Papa Françesko, yaptığı konuşmalarından birinde Avrupa’nın en büyük problemini yaşlılık ve yalnızlık olarak belirtmişti.
Avrupa’yı “hareketsiz ve yaşlı bir büyükanneye” benzeten Papa, bencilleşen hayat tarzı yüzünden ekonomik krizle birlikte yalnızlığın toplum hayatı adına trajik bir hal aldığını da sözlerine eklemişti. (27 Kasım 14 Yeni Asya)
Yaşlı nüfus bütün dünyada ve ülkemizde hızla artıyor. Doğumlar azalıyor, çocuk ve genç sayısı düşüyor. Uzmanlar bunu gelişen tıbbî teknikler, tedavilerle açıklıyorlar.
Yaşlandıkça tıpkı bir çocuk gibi ilgiye ve şefkate ihtiyacı olan ihtiyarlar bekledikleri hürmeti çevrelerinden görüyorlar mı peki?
Gazetemizin haber portalında da yer alan İsveç’te geçen şu olay çok ibretli: Evinde geçirdiği kalp krizi neticesi ölen bir yaşlı hanımın vefatı, ancak iki yıl sonra fark edilebiliyor. İskelet halinde yatağında ölü bulunuyor.
Emekli maaşı otomatik olarak bankaya yatırıldığı, faturalar otomatik olarak ödendiği için kadıncağızın ölümü ancak belediye görevlilerinin nem kontrolü denetimi için geldiklerinde fark edilebiliyor. Komşularından, evlâtlarından, akrabalarından, arkadaşlarından hiç kimse onun yokluğunu fark etmiyorlar bile…
Olay burada da bitmiyor. Kilise akrabalarına haber verdiği halde cenaze merasimine kimse iştirak etmiyor. Cenaze merasimi ile rahib ilgileniyor…
Toplum hayatı ve insanî ilişkilerin para üzerine yapılandığı, dostların, arkadaşların birbirini arayıp halini hatırını sormadığı bir ortamda, yaşlılık ve yalnızlık yaşanabilecek en acı olay…
Batı toplumlarında buna benzer birçok olay yaşanıyor olmalı ki, Papa yaşlılık ve yalnızlığı Avrupa’nın en büyük problemi olarak tanımlıyor.
Materyalist, maddeci bir dünya görüşünün beşere hediyesi işte böyle bir yaşantı! Aynı problemler yavaş yavaş ülkemize de sirayet ediyor.
HÜRMET VE MERHAMET OLMAZSA
Bediüzzaman Hazretleri 1930’lu yıllarda atılan materyalist dünya görüşünün tohumlarının vereceği meyveleri görmüş olmalı ki:
“Hayat-ı içtimaiyeyi idâre eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde, gayet elîm ve biçare ihtiyarlar, peder ve valideler hakkında dehşetli neticeler veriyor.” (Kastamonu Lâhikası, s.111) diyor.
Ömrünün son demlerinde Eşref Edip ile yaptığı sohbette “Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze îman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. Îman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız îman üzerine mesâimi teksif etmiş bulunuyorum.” demişti. Materyalizmin sadece Batıda sınırlı kalmayıp İslâm ülkelerine de bulaşarak şahıs ve toplum hayatını nasıl zehirlediğini şimdi hep birlikte müşahede ediyoruz.
Sayısı gün geçtikçe artan huzurevlerinde tek başına yalnızlığa terk edilen yaşlıların halleri bize artık çok tanıdık geliyor değil mi?
Batının batıl formülleriyle toplum hayatında hürmet ve merhametin tesis edilmesi mümkün değil. Yazının başında ifade ettiğimiz Papanın sözleri bunun en bariz delili.
İlimlerin şahı ve padişahı olan iman ilmini öğrenip yaşantımıza ihlâsla aktarmaktan başka bir çaremiz yok.
Elimizde reçetemiz hazır. Asrın anlayışına uygun olarak Kur’ânın tefsirini yapan Risale-i Nurlar aynı zamanda ferd ve toplum açısından da sağlıklı ortamın garantisi hükmünde.
Risale-i Nurlar manevî bir kurtarıcı iken onun neşrini engellemeye çalışmak kime ve neye hizmettir düşünmek gerek!