Yıllar önce bir kitapçıda gözüme çarpan “Yanılmışım, Tanrı Varmış!” adlı kitap, kapağındaki “Dünyanın en çok satan kitaplarından” ifadesiyle merakımı uyandırdı.
Yazar, Hıristiyanlıkla başlayan inanç yolculuğunda üç temel soruya cevap bulamayınca ateizme savrulduğunu anlatıyordu. Bu sorulardan biri, asırlardır zihinleri meşgul eden kötülük problemiydi:
Eğer kâinatın “mutlak iyi” bir Yaratıcısı varsa, kötülük nasıl var olabilir?
Bu basit gibi görünen soru, Antik Yunan’dan modern çağa kadar sayısız insanın inançla bağını gözden geçirmesine sebep oldu. Kimi bu soruya takılıp Yaratıcıyı reddetti, kimi ise kötülüğün varlığına teolojik ve felsefî açıklamalar getirmeye çalıştı.
Bu tartışma, İslâm düşünce tarihinde de yankı bulmuştu; birçok âlim bu meseleyi ele almış, hatta bazıları meseleyi açıklarken itikadî sınırları zorlayacak yorumlara başvurmuştu. Bazı akımlar, kötülüğü tamamen insanın fiillerine yükleyerek Allah’ın rahmetini kötü eylemlerle bağdaştıramadı. Yunan felsefesinden etkilenen bazı düşünürler ise bu meseleyi izah ederken kelâmın sınırlarını zorladı.
Bediüzzaman Said Nursî ise bu konuya “Halk-ı şer şer değil, kesb-i şer şerdir.” ifadeleriyle açıklık getiriyor.
Yani: Kötülüğün yaratılması kötü değildir; kötülüğü seçmek, onu fiile dökmek kötüdür.
Şerrin yaratılması, imtihanı mümkün kılar. Her şeyin iyi olduğu bir dünyada imtihan da, sorumluluklar da, irade de, Cennet ve Cehennem de anlamsız hâle gelir. Hz. Âdem’in (as) dünya yolculuğuyla başlayan insanlık serüveni kocaman bir abesiyet olarak ortaya çıkarır. Hâlbuki abesiyet Yaratıcıya atfedilemez bir eylemdir.
Şerrin ve hayrın yaratılması, dünyanın bir imtihan yeri olması ile ilgilidir. Zaten, şer gibi görünen birçok şey de gerçekte birçok yönüyle rahmettir. Bize bakan cihetiyle şer görünse de, bu durumun içinde de ayrı hikmetler gizlidir.
Cenab-ı Hakk’ın emriyle, yatağında süratle akan bir sel, elbette ki o dere yatağına ev yapan kişiye zarar verecektir. Ancak bu zarar, ilâhî düzenin o kişiye kurduğu bir pusu! değil; insanın hatasının sonucudur. Bu durumda kimse şikâyet edemez. Çünkü ev sahibi, Allah’ın sünnetullahına (değişmeyen kanunlarına) aykırı davranmıştır. Bu ihmalkârlığın bedelini malıyla, hatta canıyla ödeyebilir. Bu musibet yalnızca o kişiye bakan yönüyle bir şer/kötülük olabilir. Yoksa aynı su, geçtiği her yerde hayatı yeşerten, toprağa can veren bir rahmettir.
Ya da gelen musibet kişinin hatasından değil de makamının yükselmesi için gelebilir. Hz. Mûsa’ya Cennetteki makamının yükselmesi için gelen bir kimsenin, aslan tarafından parçalanması gibi… Böyle bir olay, zahiren kötü görünse de, hakikatte bir rahmettir. Çünkü sonuç itibariyle, o kişi için ebedî saadeti artıran bir vesile olmuştur; bu yönüyle gerçek anlamda bir şer değildir.
Oysa biz, kötülükleri çoğu zaman hem kendi sorumluluğumuzu görmezden gelerek hem de sadece bize bakan yönüyle değerlendirmeye çalışıyoruz. Böyle olunca da —haşa— tüm sorumluluğu Cenab-ı Hakk’a yüklemiş oluyoruz.
Mesela, kötülük problemi tartışılırken, sıkça Afrika’daki açlık, savaşlar vs. örnek gösteriliyor.
Hâlbuki dünyada her yıl tüm insanlığa yetecek kadar gıda yaratılıyor. Peki, Afrikalı çocukların sofrasındaki ekmeği kim çalıyor? Zenginliği tek elde toplayan sömürü düzenini kim kurdu? Cinayetleri, yalanları, adaletsizlikleri kim tercih ediyor? Zenginliği tekelleştiren ekonomik sistemleri, savaşları, soykırımları, Allah mı emretti? Bunlar, insanın bencilliği, hırsı ve adaletsizliğinin eseri değil mi?
Allah, insana özgür irade verdiği, akıl bahşettiği ve doğru yolu gösteren peygamberler, kitaplar gönderdiği hâlde kötülüğü seçen insan, bu tercihiyle hem kendini hem dünyayı mahvediyor.
Yaratıcı, bu fiilleri emretmediği gibi, insanı defalarca uyarıyor ama insan çıkıyor bütün suçun faturasını yine Yaratıcıya kesmeye çalışıyor.
Sonuç olarak kötülüğün ya da şerrin mevcudiyeti Yaratıcının varlığı ile çelişmediği gibi, insanın bu dünyadaki varlığını ve yolculuğunu daha da anlamlı hâle getiriyor.