Önceki günkü yazımızda “Demokratik hukuk devletinde yöneticilerin dindar olması temsil ve hayra teşvik için özellikle önemlidir. Ama devlet yöneticisinin liyakate ve adalete değer vererek hizmet etmesi şahsî dindarlığından çok daha kıymetlidir.” demiştik.
Bir okuyucumuz bu cümleleri ve bilhassa ikinci cümleyi açıklamamızı istedi.
Önce birinci cümle:
Bediüzzaman diyor ki: “Bu mübarek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa taraftar olması ve teşvik etmesi, vazife-i hâkimiyet cihetiyle lâzımdır. Hem madem lâik cumhuriyet, prensibiyle bîtarafane kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahaneler ile ilişmemek gerektir.”
Dindar bir milletin fertlerinin, kendi devletlerinin yöneticilerini de dindar görmek istemesi normaldir. Hatta dindarı yönetici olarak görmek istemesi de bir ölçüde normaldir.
Zaten demokrasi işliyorsa halk kendisi gibi ya da kendisinden daha ahlâklı ve daha dindar olanı yönetici seçmek ve kendi devletine bunları emanetçi yapmak ister.
Şunu da unutmayalım: Herhangi bir dine mensup olmayan ve hatta Allah ve ahiret inancı dahi bulunmayan birinin seçilmiş yönetici olmasında demokrasi açısından bir mahzur yoktur. Yeter ki seçimle gelmiş olsun, makamını dinsizliğe alet etmeye kalkmasın ve onu seçenler kamusal denetim mekanizmalarını çalıştırabilsinler.
Böyle bir kişinin kendisi ile Allah arasındaki hukuka (Hukukullah’a) riayet edip etmediği öncelikle şahsen hesabını vereceği bir konudur.
Bu kişi dinî konulardaki olumsuz tutumu ve kötü örnekliği sebebiyle vatandaşları da olumsuz etkilerse o yöneticinin Allah’ın huzurundaki hesabı kul hakkı (Hukukulibad) açısından da zora girer.
İkinci cümleye gelince:
“Devlet yöneticisinin liyakate ve adalete değer vererek hizmet etmesi şahsî dindarlığından çok daha kıymetlidir.”
Bunu da yine Bediüzzaman’ın teori ve pratikleriyle şöyle açıklayabiliriz:
Kur’ân’ın dört esası vardır; tevhid, haşir, nübüvvet ve adalet ve ibadet.
Dördüncü esas olarak adalet ve ibadet birlikte zikredildiğine göre demek bu ikisi arasında ayrılmaz bir bağ vardır. Her biri diğerini kapsar. Ama bir grup kişi için bu ikisi birbirinden kısmen ayrılır: Devlet yöneticileri.
Gerçekten, sıradan kişilerin adaleti ibadetindedir. Devlet görevlilerinin ise ibadeti adaletindedir.
Sıradan kişiler Allah’a karşı kendi kulluk vazifelerini yapmakla mükelleftirler. İnsanlara karşı vazifeleri büyük değildir. Oysa devlet yöneticilerinin insanlara dinî konularda ve ibadette örnek olması farz-ı kifaye iken aynı kişilerin adaletle hükmetmesi bir farz-ı ayındır, kaçınılmaz bir vazifedir.
Bediüzzaman’ın, bilinen anlamda “dindar” olmayan Adnan Menderes’e “dindar başvekil” ve hatta “İslâm kahramanı” demesinin sebebi, basit bir iltifat isteği ve “öylesin diyeyim ki öyle olsun” düşüncesi değildir.
Bu vasıflandırmanın asıl sebebi şudur: Menderes istibdada demokrasi adına ve devrimlere ve bid’alara da din adına karşı durmuş bir demokrasi ve İslâm kahramanıdır. Ferdî ibadetin kalesi olan toplumsal dinî motiflere (şeaire) ise açıkça taraftar olmuş ve böylece ibadetle adaleti birlikte talep etmiştir.
İşte bu sebeple hakikî hukuka değer veren bizler de devlet yöneticisinin ve siyasetçinin “şahsî dindarlığı”ndan önce kamusal adalet idealine ne ölçüde yakın olduğuna bakmalıyız.