Dünkü yazımızda neredeyse seri imalatla üretilir hale getirilmiş olan doktora ve bilhassa doçentlik unvanlarının bir riskinden bahsettik ve ordinaryüs profesörlük ya da benzeri bir yüksek profesörlük unvanının yeniden ihdas edilmesi gerektiğini belirtik.
Bugün de meselenin başka bir boyutunu yazalım.
2018’den önce, bir doktor öğretim üyesi (eski adıyla bir yardımcı doçent) doçent unvanını alabilmek için önce bir akademik çalışma dosyası hazırlıyordu. Bu dosya Üniversitelerarası Kurul tarafından seçilen beş kişilik profesörler jürisince başarılı bulunursa ardından aday aynı jürinin önünde doçentlik sözlü sınavına giriyor ve geçerse doçent unvanını almış sayılıyordu.
2018’de bir kanun değişikliği ile doçent unvanını almak için sözlü sınav mecburiyeti kaldırıldı. Bunun yerine, dileyen üniversitelerin unvan sahibi doçentleri doçentlik kadrosuna atamada sözlü sınav şartı getirebileceği belirtildi. Böylece doçentliğe atamada sözlü sınav konusu üniversitelerin takdirine bırakıldı.
Bu değişiklikle ilgili olarak kamuoyunda hayli dedikodu yapıldı. Bu “kolaylaştırma”nın, adamını üniversitede kadroya yerleştirmek isteyen birilerinin işine gelmek üzere yapıldığı iddia edildi.
Bu kolaylaştırıcı adımın doçent unvanına sahip akademisyenlerin sayısını olağanüstü biçimde arttırdığı da açık.
Daha da önemlisi, sayı çokluğu, kim kime ve dum duma bir hali ortaya çıkarıyor. Kimse kimseyi tanımıyor. Jürilerde görev yapan profesörler doçent adaylarının akademik dosyalarını incelerken “acaba bu makaleyi o mu yazdı” şüphesini taşısa dahi şüphelerini gidermek için herhangi bir denetim mekanizmasına sahip değil.
Hele son yıllarda kırtasiye dükkanlarının vitrin camlarında daha sık görünür olan “tez yazılır” ilanlarının, elle yazılmış doktora tezini bilgisayara geçirmek amacıyla verilmiş olmadığı herkesin malumu.
Yani şüphelenmek için yeterli sebep de var.
Eğer bu “seri imalat” işi hatalı ise –ki bizce öyle- derhal geriye ve eski usule dönmek lazım.
Biz bunu söylediğimizde, birileri, kendince haklı olarak “ama sözlü sınav keyfiliğe çok açık oluyordu ve elit bir zümre ne derse o oluyordu, böylece Anadolu çocuklarının önü tıkanıyordu” diyor.
Bu savunma haklı olabilir.
Eskiden sözlü sınavlarda haksızlıklar yapılmış olabilir.
Ama sözlüyü kaldırmak yerine daha objektif ve daha denetlenebilir bir sözlü sınav düzeni kurulabilirdi, halen de mümkündür.
Bu aynen, üniversitelerdeki rektörlük seçimlerinin fiilî işleyişindeki noksanları ve mahzurları bahane edilerek seçimli atama sisteminin tamamen kaldırılması gibi bir şey.
Islah mümkünken yıkmakla yetinmek böyle bir şey.
Bu arada bir not: Sözlü sınav ile mülakat aynı şey değildir. Sözlü sınav bir sınav çeşididir. Bilgi ölçer. Mülakat ise adayla mülaki olmak (onunla yüz yüze gelip alaka ve bağ kurmak) ve bilgisini değil işe uygunluğunu ölçmek için yapılır. Sonradan aynen kanunlaşan OHAL KHK’lerinden birinde “mülakat sınavı” denmiş olması da bu iki şeyin farklı olduğu gerçeğini değiştirmez!