İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı üst üste iki ve hatta üç defa Ekrem İmamoğlu’na kaptıran Erdoğan’ın bu yenilgiyi sineye çekmeyeceği ve CHS denilen ucube sayesinde tekelinde tuttuğu bütün devlet kuvvetleriyle işin üstüne gitmek isteyeceği açıktı.
Zira kendisinin de ezberi şuydu: “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder”.
Nitekim 2023’te Kemal Kılıçdaroğlu’na Türkiye’yi kaybetmekten, devletin bütün gücünü kendi lehine ve rakibinin aleyhine kullanmasına rağmen ancak %2’lik kıl payı farkla kurtuldu.
Yeniden bir kayıp yaşamamak için İstanbul’u bir biçimde geri alması gerekiyordu.
Biliyordu ki; aksi halde iktidarı gider ve hesap günü gelebilir.
Biliyordu ki aksi halde AKP dağılır biter ve adalet tartışması başlayabilir.
(Esasen bunlar her zaman mümkündür, ama ne kadar geciktirilirse o kadar iyidir. “Çıkmadık candan ümit kesilmez” denmiştir.)
İşte bu sebeple, hazırlıklar yapıldı, düğmelere sırayla basıldı.
***
Birinci ayak mahallî idarelerin hizmet kapasitesine darbe vurmaktı.
Merkezî hükümet bütçesinden gidecek paraları kesme kısmı zaten tek tıkla tamam.
Kanunlarda yapılacak değişikliklerle mahallî idarelerin gücünü kısmak da kolay. Bir kısmı açıktan ve bir kısmı adeta çaktırmadan yapıldı ve yapılıyor.
İç ses: “Yapılan kanunlar Anayasaya aykırıymış. Ne önemi var. AYM ‘iptal ettim’ deyinceye kadar biz Üsküdar’ı geçeriz!”
İkinci ayak PR çalışmaları ile kamuoyunu mahallî idarelerin -yani aslında İstanbul’un- Erdoğan’ın elinde olması gerektiğine ikna etmek.
Erdoğan’ın konuyla ilgili konuşma metinlerini hazırlayanlarca bu maksatla ciddi yığınak yapılıyor. Meselâ bir metin:
“Belediye ve vatandaş arasından ciddi bir güven bunalımı oluşuyor. Milletin parası kimsenin şahsi PR arpalığı değildir, olamaz. Sorunlara neşter vurma vakti geldi. 86 milyonun tamamını ilgilendiren belediyeleri siyaset üstü olarak ele almak istiyoruz.”
Dostlar, “siyaset üstü siyaset”ten bahseden son cümle sizce ne manaya gelir?
Aklı başında herkes bilir ki bu cümle “üstünlerin siyaseti” manasındadır.
Güçlü olan “güç bende artık” diye bağırınca kamuoyu “bir dakika, ne oluyor buna” der. Ama “gücüm siyaset üstüdür” diyen, kendisini ahlâkî sorgulamaların yapılamadığı mukaddes bir katmana çıkarmış olur. Bu laf da öyle…
Üçüncüsü de yargı operasyonları ayağı. Yürüyor, ama tökezleyerek yürüyor. Özgür Özel liderliğindeki bir kısım muhalefetin örgütlenme kapasitesi ve gençlerin apolitik uykudan uyanması yargıyı da kısmen yavaşlattı.
Bugün “ben halen de AKP’ye oy veririm” diyenlerin artık daha büyük çoğunluğu “başka rakip mi var, mecburum” diyerek oy vermeyi düşünür hale geldi.
Ama demokrasiye darbeler sürüyor.
***
Çare nedir?
Öncelikle şunu tekrar söyleyelim. Türkiye gibi ülkelerde mahallî idareler seçimleri ve siyaseti, neticeleri itibariyle ülke siyasetinden ve seçimlerinden bağımsız değildir, aksine onun bir aparatıdır.
Demokratlar mahallî idarelerde zayıflamasaydı ülke idaresinde de zayıflamazdı.
Siyasal İslâmcı gelenek 1994’ten itibaren mahallî idarelerde güçlenmeseydi ülke siyasetinde de güçlenemezdi.
Ve asıl mesele Siyasal İslâmcı zihniyetin demokrasi ile başının hoş olmaması.
Demokrasinin tohum evresi sayılan mahalle ve köy muhtarlıklarının ve demokrasinin fidanlıkları sayılan mahallî idarelerin demokrasiden uzaklaştırılması, bir nesil sonra, ülke demokrasisinin de can çekişmesine sebep oldu.
İnsanlar da toplumlar da düştüğü yerden kalkar.
Yeniden demokrasiyi ve yeniden demokratları bu sebeple istiyoruz.
Demokratik devlet her şeyden önce müdaveledir. Rakibine yenildiğinde gitmekten korkmayan ve vakti geldiğinde halka yaslanıp güçlenip dönmeyi arzulayana demokrat derler. Bunlara değil.