Uzun zaman önce Gazi Üniversitesinin öğretim üyeleri lokantasında yemekte sohbet sırasında akademik unvan barajlarından ve yabancı dil ve sair engellerden söz edilirken kıdemli bir yardımcı doçent şunları söyledi:
“Vakti gelen yüzbaşı binbaşı oluyor da süresini dolduran yardımcı doçent neden doçent olamasın. Vakti gelen doçent de neden profesör olamasın.”
O yardımcı doçent “büyüğümüz” bir süre sonra “bir şekilde” dil barajını da geçti, bir zamanlar liseler için yazdığı bir “ders kitabı”ndan ve bir iki “bildiri özeti”nden oluşan bilimsel dosyasını da denetimden geçirdi ve doçent de profesör de oldu.
O ve onun gibiler, kendi uzmanlık alanlarında başvuranların doçentlik başvurularında jüri görevi yapıyor ve unvan dağıtıyorlar.
Onlardan doçent unvanını alan, idarede adamını bulursa doçent kadrosunu da alıyor. Doçent olan beş sene sonra “adamını bulunca” profesör kadrosuna da atanıyor.
Bu iş böylece sürüp gidiyor ve profesörlerimizin sayısı hızla artıyor.
YÖK istatistiklerine göre Mayıs 2019 itibariyle akademisyenlerin
26.453’ü profesör,
15.451’i doçent,
39.464’ü doktor öğretim üyesi idi.
Nisan 23 itibariyle ise akademisyenlerin
34.280’i profesör,
22.462’si doçent,
44.216’sı doktor öğretim üyesi.
Yani dört senede doçent sayısı 7 bin ve profesör sayısı 8 bin civarında artmış.
Doçent unvanının dağıtıcısı durumundaki ÜAK başvuranların ne kadarının bu unvanı alabildiği hususunda bir istatistik yayınlamadığı için net bilgiye sahip değiliz ancak bu artış hızının hızla artacağı şuradan anlaşılıyor:
2022 Ekim döneminde doçentlik unvanı için başvuran aday sayısı 4600 civarında iken 2023 Ekim döneminde doçentlik için başvuran aday sayısı 9100 civarında olmuş. Yani tam iki katı. Gerçi bu artış Üniversitelerarası Kurul’un 2024 Mart döneminde doçentlik için başvuracak olanlarda aranacak şartları değiştirip galiba birazcık ağırlaştırmış ve bunu erkenden duyurmuş olmasından kaynaklanıyor ama önemli değil.
Bu şu demek: Bu dokuz bin kişinin en az yarısı doçent olacak. Ve beş sene sonra bunların neredeyse tamamı profesör olacak.
Üç beş sene sonra yılda beş bin profesörümüzün olması demek, şeklen bakıldığında eğitim kalitemizin dünyanın gelişmiş ülkelerinin ortalamasını fersah fersah geçmesi demek.
Acaba öyle mi?
Üniversitelerimizin ve akademisyen sayısının artması güzeldir. Umarız ki kalite de bunlarla birlikte artar ya da artıyordur.
Ama bizim başka bir endişemiz var.
Profesör unvanını hasbelkader elde etmiş olan her hocanın, bilhassa doçentlik jüri görevleri açısından eşit görülmesi genel kaliteyi önemli ölçüde düşürüyor olabilir.
Neredeyse hiçbir akademik eser yazmadan ya da özgün akademik çalışma yapmadan profesör olan kişilerin akademik hayatın basamaklarını tırmanmaya çalışan başka kişilerin kalitesini ve yeterliliğini doğru şekilde ölçmesi elbette mümkün değildir.
O halde hiç değilse bu vazife açısından profesörler arasında bir ayrım yapılmalıdır.
Belirlenen ön şart barajını geçenler içinden sınırlı sayıda profesöre yeni bir statü ve unvan takdim edilmeli ve kritik görevler bunlar tarafından yürütülmelidir.
Bu yarışa girmek isteyenler bazı zor görevleri başarıp barajları geçebilmelidir ki bu yeni unvanı alabilsinler. Mesela kendi alanlarında yapılmış akademik çalışmaları inceleyip onlarda hata bulabilme başarısı bir kriter olarak alınabilir.
İşin özü şu: Usulü meselesi öncelikle YÖK ve ÜAK’ın işi ama profesörler arasında bir ayrıma mutlak ihtiyaç var.