BirGün’ün haberine göre; Halkbank, Ziraat Bankası ve Vakıfbank’ın dokuz aylık reklam harcaması 4,9 milyar TL ile rekor kırmış.
Önce şu soruyu soralım:
Bu üç kamu bankasının reklama gerçekten ihtiyacı var mı?
Bankacılık sektöründe rekabet halinde olan bankaların öne geçmek için reklama ihtiyaç duyabileceği açık.
Ancak “kamu bankaları” da denilen kamusal sermayeli bankalar gerçekte rekabetçi bir piyasa kurumu değiller.
Bankacılık piyasasını bir göle benzeterek açıklayalım.
Bu gölde iki türlü vasıta var:
Birincisi gerçekten banka olanlar. Bunlar irili ufaklı tekneler ve gemiler gibiler. Yüzüyorlar, salınıyorlar, fırtınalardan kaçmaya çalışıyorlar. “Patron bankası” da denilebilecek olan bu bankalar, güvertesi alttan delinmedikçe yani hortumlama ile karşılaşmadıkça kolay kolay batmazlar.
Zira bankacılığın üç temel ilkesi, bankaların, bırakınız batmasını, zarar etmesini dahi engeller:
1. Sağlam bilgiye erken ulaşma ve piyasa bilgisini profesyonelce kullanma ilkesi. 2. Teminata dayalı işlem ilkesi. 3. Riskin dağıtılması ilkesi…
Elbette bu üç ana ilkeye destek olan başka bankacılık ilkeleri de var.
Bankacılık gölünde bir de banka görünümlü yapılar yani gemi görünümlü adalar var. Bunlar dibe oturmuş vaziyetteler. Dışarıdan bakılınca bu gölün en büyük gemileri gibiler ama aslında yüzüp gezmiyorlar. Batma riskleri de yok. Çünkü kamu kaynağı kullanıyorlar ve gerektiğinde ek kaynak ile destekleniyorlar. Yani aslında reklama ihtiyaçları da pek yok.
Bunlardan Halkbank ve Ziraat Bankası özelleştirmeye hazırlanıyordu. Hatta 2000’de yürürlüğe giren ve halen de yürürlükte olan 4603 sayılı Kanunun 2/2. maddesine göre 10+5 yılda özelleştirme tamamlanmış olmalıydı. Yani süre çoktan doldu. Kadro dolduruşları ise sürüyor!
Kamu bankalarının hortumlanma riskleri özel sektör bankalarına nazaran daha büyük.
Elbette hortumlanan paralar görünüşte bankanın ama arka planda devletin yani aslında milletin parası.
Kamu bankalarının nasıl hortumlanabileceği ve bunun nasıl engellenmesi gerektiği hususu bir patronun ya da patronlar grubunun değil, doğrudan devletin ve dolayısıyla siyasetin ilgi alanında.
Kamu bankalarının batık kredilerinin sebepleri ve sonuçları meselesi bu sebeple ayrı bir uzmanlık gerektiriyor. Ama uzmanlık yeterli değil.
Siyasî iradenin verimlilik ve hesap verebilirlik üzerine kurgulanması gerekiyor.
Peki gerçekte öyle oluyor mudur?
Türkiye’de başka konularda olduğu gibi bu konuda da uzun zamandır şeffaflık olmadığından ve hesap sormaya kapı açacak bir iktidar değişikliği de yaşanmadığından sorunun cevabını bilemiyoruz.
Ancak bu reklamlar meselesi bu konuda önemli bir ipucu.
Haberde de yer aldığı üzere bu kamu bankalarının reklamlarının “yandaş medya”ya gittiği iddiası sık sık dile getiriliyor.
İyi bir TV izleyicisi sayılmayız. Ancak biz de muhalif kanallarda kamu bankalarının reklamlarının yayınlandığını pek görmedik.
Belki de eşit dağıtılıyordur. Kim bilir.
Hangi kamu bankasının hangi medya kuruluşuna ne kadar reklam ödemesi yaptığı hususunda açıklama beklemek ve istemek vatandaş olarak hakkımız.
Ama bu bankaların yöneticilerinin bu konuda inisiyatif kullanacağını ve açıklama yapacağını ummak safdillik olur.
Keşke muhatabımız bir “hukuk devleti” olsaydı da o devlete sorsaydık.
Ama şimdi dizili keşkelerden kamere yol olur…