Dünkü yazımızda, “siyasî ayak” tartışmalarından da yola çıkarak milletvekilleri ile adliyeler arasındaki ilişkiyi bir örnek üzerinden incelemeye başladık.
Devam edelim:
Kuvvetler ayrılığı önemlidir. Yasama ve yargı ayrı iki kuvvettir, ama bize göre yasama yargının üzerindedir. Zira yargıya kanunlar yön verir. Hukuk devleti önce kanun devletidir. Gerçek hukuk devletine ise kanunların hukuka ve adalete uygun olduğu ve yargının bağımsız olduğu nisbette yaklaşılır.
Ancak yasama bir bütün olarak ve kanunla konuşur. Yoksa yasama üyelerinin yani milletvekillerinin birer fert olarak yargı organı mensupları ile herhangi bir sistematik ilişkisi yoktur.
Milletvekillerinin halk tarafından “seçilmiş” olmaları ya da “binlerce kişiyi temsil ediyor” olmaları gibi hususlar yargı ve adliye açısından bir mana ifade etmez.
Bu sebeple milletvekilleri somut olaylar üzerinden adalet arayışına giremez. “Ben vekilim, bu da benim bir işim” diyemez. Bir masumun masumiyetini ispata yönelemez. Somut bir olayla, bir hakla, suçla ve suçluyla ilgili bilgisi varsa onu adliyeyle usûlünce paylaşır; şikâyetçi olur, şahit olur vs.
Milletvekili sistemle ilgili bir sıkıntı görüyorsa onu da yasama organının kendi sistemi içinde ne yapabiliyorsa yaparak çözmeye çalışır.
Biz seksenli yıllarda dört sene hâkimlik yaptık. Adliyeler ve siyasetçiler o zamanlar bu prensiplere uyardı. Meselâ kaymakamlığa her gün destursuz girip çıkan bir milletvekili aynı binanın giriş katındaki adliye bölümüne girmezdi. Bir mecburiyet sebebiyle ve nadiren girerken de çok hürmetli, dikkatli ve nezaketli olurdu.
Bugün bu nezaket ve hassasiyetin kaybolduğu anlaşılıyor. Bırakınız vekili, danışmanı bile hâkim savcılara hem de cep telefonundan ulaşıyor ve bilgi soruyor, nasihat ediyor, tavsiye veriyor…
Milletvekilinin muhatabı durumundaki hâkim-savcının, bu sözleri bir talimat olarak algılayıp algılamayacağı ise onun korku/cesaret seviyesi ile sınırlı kalıyor.
Öyle ya, tayin zamanı geldiğinde ve hatta zamanı dahi değilken, hâkimlik teminatı filan dinlemeden kolayca sürülebilecek olan ve daha da önemlisi sadece damgalanarak görevinden edilebilecek ve hatta hapse atılabilecek olan bir hâkim-savcı nasıl korkmasın ki?
Ne demişler: “Korkandan hâkim olmaz”.
Daha ilginci şu: Bazı adliyelerde “protokol kapıları” bulunuyor. İktidardan devrildikten sonra soruşturulabilecek olan çok sayıda siyasetçi ya da bürokrat, altında araç/koltuk ve yanında koruma varken, adliyeye, vatandaşa açılmayan türden bu torpilli kapılardan girip çıkıyor.
Böyle bir “torpil sahibi”nin bu “yarı dokunulmaz statü”sünü kaybetmek istememesi de elbette normal. Ama asıl mesele, bir bürokratı ya da siyasetçiyi önceden torpillemiş olanların daha sonra o kişiyi yargılamasının zorluğu.
Yargıyı siyasete ya da siyaseti yargıya bulaştıran herkesin bu vahim sonuca katkısı ve vebali var. “Masum değiliz, hiçbirimiz(!)”.