Son yıllarda sosyal medya platformlarında, farklı coğrafyalarda üretilip küresel dolaşıma sokulan İngilizce siyasî içeriklerin sayısı belirgin biçimde artmış durumda.
Bu içeriklerin büyük ölçüde İngilizce üretilmesi tesadüf değil: Gaye, öncelikle Batılı kamuoylarını hedeflemek ve küresel dijital dolaşımın ana dili olan İngilizce aracılığıyla algoritmik görünürlüğü en üst düzeye çıkarmak.
Orta Doğu’daki çatışmaları medeniyetler arası bir mücadele olarak sunan paylaşımlar ve kültür savaşlarını dış politika mesajlarıyla harmanlayan influencer hesapları, X, Instagram, TikTok ve YouTube gibi platformlarda bu sayede geniş bir dolaşıma giriyor. Bu içeriklerin önemli bir bölümünün, Hindistan, İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri merkezli siyasî anlatılarla örtüştüğü ve bu ülkelerle ilişkili dijital ağlar üzerinden dolaşıma girdiği görülüyor. Bu içeriklerin, Avrupa ve ABD‘deki ekstremist ideolojik ağlar tarafından harfi harfine ve eş zamanlı paylaşımlarla yeniden üretilmesi, anlatıların yayılma hızını arttırıyor.
Örneğin bazı içeriklerde Müslüman ülkelerde Hıristiyan olmanın uzun hapis cezalarıyla sonuçlandığı ileri sürülürken, bazılarında Avrupa’daki Müslüman nüfusun tamamına yakın bir kesimi “potansiyel tehdit” olarak çerçeveleniyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz rejimleri eleştiren duayen Avrupa Müslümanları bu kara propagandalarla hedef alınıyor, demokratik olmayan bu rejimler Avrupa demokrasilerini yumuşak olmakla itham ediyor, anti-demokratik siyasileri destekliyor.
İlk bakışta bu strateji tuhaf görünebilir. İddiaların birçoğu kolayca çürütülebiliyor; hukukî ve tarihî bağlamından koparılmış ya da açık biçimde abartılmış oluyor. Bilgiye erişimi olan kullanıcılar için bu içerikler ikna edici olmaktan uzak ve itici.
Eğer amaç kamuoyunu etkilemekse, neden bu kadar bariz ve düşük nitelikli mesajlara yatırım yapılıyor?
Bu sorunun cevabı, bu çabaların neyi hedeflediğinin doğru anlaşılmasında yatıyor.
Dijital çağda propaganda, artık geniş kitleleri belirli bir yalana ikna etmeye odaklanmıyor. Asıl mesele hacim, tekrar ve çerçeveleme. Amaç ikna etmekten ziyade ortamı doldurmak.
Duygusal tepkileri tetikleyen, özellikle popülist ya da kimlik temelli anlatılarla uyumlu içerikler algoritmalar tarafından öne çıkarılıyor. Platformlarda doğruluk değil, etkileşim ödüllendiriliyor. Bu da, savaş suçları, uluslararası hukuk ya da hesap verebilirlik gibi daha karmaşık ve delile dayalı konuların görünürlüğünü azaltıyor.
Üstelik hedef kitle yalnızca “genel kamuoyu” değil. Gazeteciler, politika danışmanları, düşünce kuruluşu çalışanları ve sivil toplum aktörleri de aynı dijital ortamların içinde yaşıyor. Belirli anlatılar sürekli tekrarlandığında, bazı devletler “istikrarın ve modernliğin temsilcisi,” bazıları ise “doğal bir tehdit” olarak sunulduğunda, politika tartışmalarının zemininde sessiz, ama etkili bir kayma yaşanıyor. Bunun için herkesin bu iddialara inanması gerekmiyor; varsayımların içselleştirilmesi yeterli oluyor.
Bu yüzden içeriklerin sathî ya da kalitesiz görünmesi yanıltıcı olabilir. İkna gücü sınırlı olsa bile, bu tür propaganda dikkatleri sürekli tepkisel tartışmalara hapsederek asıl meselelerin görünürlüğünü azaltır.
Burada kazanılan şey meşruiyet değil, zamandır.
Ancak meşruiyet üretmeyen bu strateji, uzun vadede bu kaynaklara karşı güven erozyonuna yol açıyor. Dahası, bu yoğun ve tek yönlü anlatılar, zamanla söz konusu ülkelerin ve aktörlerin daha fazla mercek altına alınmasına ve karşı anlatıların kendiliğinden, organik biçimde güçlenmesine zemin hazırlıyor. Bizce algoritmik propaganda, uzun vadede, hedef aldığı kamusal alanı kendi aleyhine yeniden şekillendirmekte.
Bize kaliteli içerikler üretenleri desteklemek düşüyor.