(Kuzey) Makedonya’nın Avrupa Birliği üyeliği, Brüksel’den ziyade komşularının taleplerine takılıyor.
(Biz yazımız boyunca “Makedonya” ismini kullanacağız.)
İlk büyük engel Yunanistan’dan geldi.
Yunanistan, komşusunun “Makedonya” adını kullanmasının kendi kuzey bölgesine ve (kendisini tek hamili saydığı(!)) antik mirasa dair belirsizlik ortaya çıkaracağını öne sürdü. Bu gerekçeyle ülkenin uluslararası tanınmasını ve AB üyelik başvurularını veto tehdidiyle engelledi. Sonunda 2018 Prespa Anlaşması’yla ülke ismini “Kuzey Makedonya” olarak değiştirmek zorunda kaldı.
Bu engelin aşılmasının ardından Bulgaristan sürece müdahil oldu.
Bulgaristan, “Makedonca” diye bağımsız bir dil olmadığını, bunun Bulgarcanın bir lehçesi olduğunu savunuyor. Ayrıca Anayasa’da Türkler, Arnavutlar ve Romanlar gibi gruplar tanınırken Bulgarların da eklenmesini, tarih ders kitaplarında geçen “Bulgar işgalciler” ifadelerinin çıkarılmasını talep ediyor. Yani AB üyeliğinin resmî kriterleri dışında, doğrudan kimlik ve tarih tartışmaları üzerinden yeni şartlar öne sürülüyor.
Bir dönem “bir sonraki AB üyesi” gözüyle bakılan Makedonya, bu sebeple yıllardır bekleme odasında. Bu bekleyiş, coğrafî konum olarak tamamen kara ile çevrili ülkenin durumunu daha da ağırlaştırıyor. Komşularının çoğu AB üyesi iken kendisi dışarıda kalıyor; sınır geçişleri, ticaret ve kültürel programlar açısından sürekli engellerle karşılaşıyor.
Burada üzerinde durulması gereken önemli bir husus var:
AB üyelik sürecinde veto hakkı, tek bir devlete bütün süreci kilitleme imkânı tanıyor. Görünüşte demokratik bir özellik gibi duran bu uygulama, bizce aslında birliğin demokratik ruhuna zarar veriyor. Çünkü üyelik için gerekli kriterleri karşılayan ve üyelerin çoğu tarafından da kabul gören bir devletin, tekil devletlerin keyfî veya tarihî sebeplerle eklediği şartlarla engellenmesi, birlik içinde eşitlik ve güven duygusunu aşındırdığı gibi aday ülkenin halklarında AB’ye karşı olumsuz hisler ortaya çıkarıyor. Makedonya’da da şu an bu mevcut.
Bu durumun ortaya çıkardığı çelişki açık: AB bir yandan aday ülkelerden demokrasi, hukukun üstünlüğü ve temel haklara saygı talep ediyor, diğer yandan kendi iç mekanizmaları üye devletlere demokratik denetimden uzak bir veto yetkisi veriyor. Böylece üyelik süreci, şeffaf ve öngörülebilir kriterler üzerinden değil, tarihî tartışmalar ve ulusal çıkar hesapları üzerinden ilerliyor.
Yani jeopolitik şartların görece sakin olduğu, üyeler arasında temel güvenin varsayıldığı bir dönemde, uzun tartışmaların sonunda mutlaka bir çözüme varılacağı ve Makedonya örneğinde olduğu gibi bir tarafın orantısız şekilde taviz vermek zorunda kalmayacağı düşüncesi, böyle bir veto hakkı sistemini de makul gösterebilirdi.
Her halükârda, kırılgan jeopolitik ortamlarla dolu ve AB üye sayısının 10-12 olmadığı bu yeni dönemde, bu yaklaşım artık sürdürülebilir değil. Veto yetkisi büyük bir haksız pazarlık aracına dönüşüyor. Makedonya örneği, bunun en somut yansıması. (Türkiye de ola ki bir gün kriterleri yerine getirse bile, Kıbrıs Rum Kesimi vetosuna takılacak gibi görünüyor.)
Sonuç olarak, Makedonya’nın üyelik süreci sadece bir ülkenin yaşadığı mağduriyet değil, AB’nin kendi iç yapısındaki bazı sıkışmaların göstergesi. Eğer Birliğin genişleme politikası gerçekten inandırıcı ve tutarlı olacaksa, üyeliğe ilişkin kararların çoğunluğun iradesiyle alınması ve keyfî veto mekanizmalarının gözden geçirilmesi gerekiyor. Aksi halde AB, aday ülkeleri tarih ve kimlik anlaşmazlıklarının rehinesi haline getirecek ve genişlemesinin elzem olduğu yeni dönemlerde kendi geleceğini de tehlikeye atacak.