Kâbe’yi yeniden inşa edince Hz. İbrahim’e (as) emredilir:
“Bütün insanları Kâbe’ye çağır!”, “Ya Rabbi, nasıl duyururum bütün insanlara?”, “Sen çağır, onlara duyurmak Bana düşer!” Hz. İbrahim (as) çağırdı, o günden bugüne insanlar fevc fevc Kâbe’ye koşuyor! Duyuran Allah. Bize, insanları hakikate çağırmak düşer!
Biz de “başarı, sayı ve sonuç odaklı” değil, “rıza ve hizmet odaklı” hizmet için çalışıyoruz, çalışmalıyız. Zira, “Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değildir. Çünkü onlar, vazife-i İlâhiyeye ait olduğu için, istenilmez, belki bazen verilir… Risale-i Nur’un hizmetinde şahsın vazifesi sadece tebliğdir, netice Allah’a aittir.” (Lem’alar, s. 134.) Fert, cemaat, hizmet ve sonuç almak meselelerinde şu hakikat önemli:
“Ey sevaba hırslı ve a’mâl-i uhreviyeye kanaatsiz insan! Bazı peygamberler gelmişler ki, mahdut birkaç kişiden başka ittibâ edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etbâ’ ile değildir. Belki hüner, rıza-yı İlâhîyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırsla “Herkes beni dinlesin?” diye, vazifeni unutup vazife-i İlâhiyeye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Vazifeni yap, Allah’ın vazifesine karışma.” (Lem’alar, s. 156.)
Çoğu zaman asıl görevimizi unutup; İlâhî takdirlere karışırız! Zira, görünüşte kayıp, olumsuz gibi görünen işlerde nice özellik, güzellik, iyilik, plan saklı... “Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vezirleri ve tâbileri ona demişler: “Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.” O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.” “İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.
“Evet, insanın elindeki cüz-ü ihtiyarî ile işledikleri ef’allerinde, Cenâb-ı Hakka ait netâici düşünmemek gerektir... Halbuki, üstad-ı mutlak, muktedâ-yı küll, rehber-i ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, “Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibarettir.” (Nur Suresi, 54.) olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ve gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü “Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir.” (Kur’an, Kasas, 56.) sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir; Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmazdı.” (Lem’alar, s. 135.)
Yola çıkan topal karıncaya, “Nereye?” diye sormuşlar, o da, “Kâbe’yi ziyarete!” diye cevap vermiş ya! “Topallayarak nasıl varacaksın?”, “Varamazsam da hiç olmazsa yolunda ölürüm!”