Yine deseler ki; “Risale-i Nur’da ileride yazılacağı belirtilen bahisler, şerhler, tefsirler yazıldı; mecbûrsunuz okumaya!”
Evet, “şerh ve izah” edecek olanlar şahıslar değil; cemaattir, şahs-ı manevîdir, geniş bir tefsir heyetidir deriz. Ki, bu husus Risale-i Nur’da şöyle beyan ediliyor:
“İleride bahtiyar bir heyet öyle bir tefsir-i Kur’ânî yazsın,” nokta da dikkate alınmalıdır: Eğer Birinci Harbi Umumî gibi maniler olmasaydı, tefsirin şu birinci cildi, i’caz vücuhundan olan i’caz-ı nazmiyi beyan ettiği gibi, diğer cüzler ve mektuplar da müteferrik hakaik-i tefsiriyeyi içine alsaydı, Kur’ân-ı Mu’cizü’l Beyana güzel bir tefsiri cami olurdu. Belki inşaallah, şu cüz-ü tefsir ve altmış altı adet, belki yüz otuz adet Sözler ve Mektubat Risaleleriyle beraber me’haz olursa, ileride bahtiyar bir heyet öyle bir tefsir-i Kur’ânî yazsın, inşaallah. (Bediüzzaman, İşarât’ülİ’caz, s. 9) tesbit ve direktifi önemlidir.
Dolayısıyla şerh ve tefsiri “ferd” değil, “cemaat ve ekip” yapmalıdır, yapacaktır; neden? Çünkü, “Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhit idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruhu cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâlar o ruhu temsil eder.
“Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûrâyı âliye-i ilmiyeden tevellüt eden bir şahs-ı mânevî olmak gerektir. Tâ ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taallûk eden noktalardan, sırat-ı müstakîme sevk edebilsin. (Bediüzzaman, Sünûhat, s. 51)
Ayrıca, “Zaman, şahıs zamanı değil, şahs-ı mânevî zamanıdır. Risâle-i Nur’da şahıs yok, şahs-ı mânevî var… Ben de Risâle-i Nur’un Talebesiyim. Bir risâleyi şimdiye kadar yüz defa okuduğum halde yine okumaya muhtaç oluyorum. Ben sizlerin ders arkadaşınızım.” (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, s. 605)
Buna göre, şahıs nakıs ise işi de, eseri de nakıs olur. “Bilhassa bu zamanlarda, bu şartlar ancak yüksek ve azim bir heyetin tesanüdüyle ve o heyetin telâhuk-u efkârından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyeti fikirlerinden ve taassuplarından azade olarak tam ihlâslarından doğan dahi bir şahs-ı manevide bulunur. İşte, Kur’ân’ı ancak böyle bir şahs-ı manevî tefsir edebilir.
“Cüzde bulunmayan, küllde bulunur” kaidesine binaen, her fertte bulunmayan bu gibi şartlar, heyette bulunur. (Bediüzzaman, İşaratü’l İ’caz, s. 13)