“Şu ekran şovcusu hocalar, sözüm ona İlahiyatçıların günlerce kafaları karıştırıp toplumu oyalayıp-boyalaması ne anlama geliyor?
İslamiyete perde olan, müminleri şüphe ve vesveselere düşürenlere ulemâü’s-sû’/kötü alim, ilmini kötüye kullanan bilgin denir. Bunlar ilim sahibidirler, ilmiyle amil olmaz, hoş konuşur, ama, boş konuşur. İlimlerini Allah yolunda değil, dünyalık menfaatler için kullanırlar. Hasis çıkarları veya korkularından haramlara ve bidatlara (İslama sokuşturulan, Kur’an ve Sünnete aykırı hallere) fetva verip taraftar olurlar! Bilhassa iktidarın zulüm, hırsızlık, yolsuzluklarına ses çıkarmaz, “dilleriyle düzeltmeleri gerekirken”, onları alkışlar, teşvik ederler!
Meşhur Bel’am ibni Baura, Hindistan’da Ekber Şahın yanında yer alan ulemau’s-su, zalim Cengiz ve ordusuna destek veren Cafer Hoca gibi bazı din âlimleri gibi şahıslar bunlardan bazıları. İşte, “İsrâiloğulları âlimlerinden Bel‘am bin Baûra’dır. Mukaddes topraklara girmek husûsunda Mûsâ (as) muhâlefet ederek, zorba hükümdarlara yardımda bulunmuştu.” (Celâleyn Şerhi, c. 3, 142) Bel’am’ın duası makbul, bazı ilâhî kitaplardan bilgisi olan, makbul bir veli iken Arz-ı Mukaddes’e girme meselesinde Hz. Musa’nın veya Yuşa’nın aksine dünya sevgisi ile zorbalara arka çıkmıştı. Ümeyye b. Ebissalt da bazı din kitaplarını okumuş ve bir peygamberin geleceğine inanmış, onun da kendisi olması ümidine kapılmıştı. Hz. Muhammed’e (asm) peygamberlik verilince hasedinden dolayı küfre sapmıştır.
Peygamberimiz (asm), “Ahir zamanda bir kavim ortaya çıkar. Cahiller başa geçerek insanlara fetvâ verirler. Böylece hem kendileri sapar hem de başkalarını saptırırlar.” mealindeki hadisiyle bu ulemâü’s-sû’dan sakındırır!
Bilhassa din alimlerinin derdi, İslam hakikatlerini anlatmak ise, Bediüzzaman’ın şu çağrısına kulak vermelidirler: “Enâniyet-i ilmiyeyi fazla taşıyan zatlar da anladılar ki, neşrolunan Sözler, hakaik-i Kur’âniyenin birer anahtarı ve o hakaiki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır. O ehl-i fazl ve kemal ve kuvvetli enâniyet-i ilmiyeyi taşıyan zatlar bilsinler ki, bana değil, Kur’ân-ı Hakîme talebe ve şakirt oluyorlar; ben de onların bir ders arkadaşıyım. Haydi, farz-ı muhÂl olarak, ben üstadlık dâvâ etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabakatını, avamdan havassa kadar, maruz kaldıkları evham ve şübehattan kurtarmak çaresini bulduk; o ulema ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versinler, taraftar olsunlar. Ulemâü’s-sû’ hakkında bir tehdid-i azîm var; bu zamanda ehl-i ilim ziyade dikkat etmeli. (Mektubat, s. 413.)