Baharın bütün güzelliği ile ruhları sardığı bir gündü.
Sabahın seherinde Arıburnu şimdiki adıyla Anzac koyuna yanaşıp demirleyen İngiliz gemilerinden Hıristiyan ayin ve ilâhî sesleri semaya yükseliyordu. Bir gün öncesi düşmanın buraya geleceği öğrenilmiş 8-10 km. yakındaki Bigalı Köyündeki 57. Alayımız da yürüyerek buraya gelmişlerdi. Bütün topçu bataryalarımız namlularını Saros Körfezine çevirmişlerdi. Buralara bahar gelmişti. Genç fidanlar filizlenmiş, türlü türlü, rengarenk çiçekler Conkbayırı yamaçlarını bayramlık çocuk gibi süslemişti. Yüreği yanık anaların binbir sıkıntı ve yokluk içinde, gözünü budaktan sakınmadan büyüttüğü, kimi onbeşinde kimi yirmisinde, belki bir kere kucaklayamadığı güller, sümbüller misali bahar çiçekleri siperlerde bekleşiyordu. Kimi abdestli girdiği siperde Kur’an okuyor, kimi ezberlediği sureleri yüksek sesle terennüm ediyordu. Kimi ölümün sessizliğini bozarcasına yanık sesleriyle türküler söylüyordu. Analar kurbanlık koyunlara yaktığı kınayı bu sefer de vatana kurban gönderdiği asker evlatlarına yakmışlardı. Biraz sonra şehid olmaya hazır kınalı kuzularda hiçbir korku, ürperti yoktu. Şehadet onlar için hayal hızıyla Cennete uçmak,kırmızı güller gibi kana bulanmış bedenleri ile cennette açmak, Resulullah’ın elinden şehadet şerbetini içmekti.
Türk siperlerinden davudî seslerle okunan ezanlar ruhları galeyana getirmiş biran önce ölüp, giden bütün sevdiklerine, şehadetle kavuşmak istiyorlardı. Zaten komutanları da onlara savaşmayı değil ölmeyi emrediyorlardı. Düşman modern silahlarla donatılmış Arıburnu Yarları önlerine sessizce yığılırken iki dere yamaçlarından çalılıklar arasından siperlerimize doğru ilerliyordu.
Düşman gemilerinden ateş püsküren top sesleriyle adeta kıyamet kopmuştu. Toprakla beraber ceset parçaları havada savruluyordu. Tomurcuk iken açamadan parçalanan bahar çiçekleri gibi şehadete eren kınalı kuzuların ceset parçaları, el, ayak, parmakları yağmur gibi yamaçlara düşüyordu. Fışkıran kanları yamaçlardan sızarak Korku Deresine doğru akıyordu. Türk topçu bataryaları da ateşlenmeye başlamış yamaçlara tırmanmaya çalışan düşman askerleri üzerine ateş püskürüyordu. Cesetler birbirine karışıyor, kanlar birleşip dereyi doldurmaya başlamıştı. Artık Korku deresinden kan seli akıyordu. Bu nasıl kan seli ki gazilerin ifadesi ile iki yaşındaki bir danayı sürükleyecek derecede şiddetle akan bir seldi. Saros kızıla boyanıyor körfezde bu kızıllık yayılıp gidiyordu. Topçu bataryalarımız vurulup susturulurken 57. Alay’ın kahraman kınalı kuzuları siperlerinden çıkarak beşer onar guruplar halinde yuvasından fırlamış ateş saçan gözleri, yeri göğü inleten Allah Allah naraları ile öylesine koşuyorlardı ki düşman şaşkına dönmüştü. Ölüme böylesine koşmak nasıl bir cesaret, nasıl bir imandı? Şehid olanların yerine tereddütsüz yenileri öne atılıyor, birkaç dakika sonra onlar da şehadete ulaşıyordu.
Bugün de dinsizlik cereyanı her taraftan, bilhassa basın ve medya üzerinden Anzak tugayları, İsrail vahşileri gibi her tarafımızı sarmışlar, dünyanın bütün imkan ve güçleriyle dinsizlik, ahlâksızlık ateşiyle hücum etmektedir. Buna karşı siyaset topuzuyla bataklığın farkında bile olmayanları ayıltmaya çalışıyorlar. Manevî siperlerine çekilip Çanakkale kahramanları gibi düşman hücumuna karşı Kur’ân’ın bu asırdaki manevî mu’cize hükmündeki tefsiri Risale-i Nur silahları ile küfrün hücumunu durdurup, kurtuluş yolunu nurlandırıp manevî şehadete erişmek için siperinden fırlayan Nur kahramanlarını kim durdurabilir?
Çanakkale siperlerindeki kınalı kuzular gibi her biri cevşen, Kur’ân okuyarak, Risale-i Nur’dan “Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek! Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikate, başımız dahi feda olsun!”1 diyerek göğsünüzü siper etmeyecek misiniz?
Dipnot:
1- Tarihçe-i Hayat, s. 422.