Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) ve Stratejik Düşünce Grubu’nun düzenlediği “Arap Baharı ve Nahda Tecrübesi” başlıklı panelde konuşan Tunus Nahda Hareketi lideri Raşid el-Gannuşi, mühim, önemli ve dikkate değer tesbitlerde bulunmuş.
Hemen ifade edelim ki, Türkiye’deki ‘dost’ları, Tunuslu ‘siyasetçi’ Gannuşi’yi duyuyorlar, ama pek de dinlemiş sayılmazlar. Gannuşi, Tunus’daki ‘eski yönetim’i, anlatırken şöyle demiş: “Bin Ali hükümeti bir polis devleti, bir polis cuntası ile bütün bir halkı baskı altına almıştı. Hürriyetlerden bahsetmek isteyen, kendini ifade eden herkes ya cezaevlerine girdi ya da ülke dışına kaçtı.”
Gannuşi, Tunus’da başlayan “Arap Baharı”nın üzerinden sekiz yıl geçmesine rağmen ülkenin hâlâ sınamalar karşı karşıya bulunduğunu söyleyip şunları da ifade etmiş: “Tunus Arap Baharı’ndan sonra demokratik dönüşümünü çok hızlı şekilde gerçekleştirdi. Yaklaşık 20 siyasî partinin katılımıyla bir ulusal uzlaşı oldu ve 2014 yılında bir anayasa hazırlandı. (...) Tunus’ta (eski yönetim) Bin Ali o zaman stratejik bir plan uyguluyordu. O da İslâmcılarla, solcular arasında bir çatışmayı içeriyordu. Oysa bu tarafların kendi aralarında bir diyalog içinde olduğu görülüyordu. Var olan diyalog Bin Ali’nin kaçmasıyla yeniden gerçekleşti ve bu da çok hızlı bir şekilde anayasanın başarılı şekilde yapılmasını sağladı.”
Gannuşi, 2013 yılında Nahda Hareketi’nin birtakım tavizlerde bulunarak yönetimden çekildiğini hatırlatarak, “Nahda Hareketi, ülkeyi ve ülke içindeki hürriyeti korumak için o an devletin yanmakta olan veya yanmakla tehdit edilen gemisinden inme kararı aldı. Nahda kendi menfaati için değil ülkenin menfaati için bu kararı aldı. Bağımsız seçimlerin olmasını kabul ettik ve ‘Eğer bu bizim hakkımız ise ve yönetimde eğer söz sahibi isek bu hakkı muhakkak elde edeceğiz’ dedik.” şeklinde konuşmuş.
Ekim (2019) ayında yapılacak seçimlerde iktidara aday olmadıklarını söyleyen Gannuşi, “Bizim için siyaset bir araç. Amacımız hürriyetlerin benimsenmesi ve ekonomik kalkınmadır. Ekim ayında bir seçim olacak ve bu seçimde başarılı olacağımıza inanıyoruz, ancak hiçbir şekilde ülkeyi tek başımıza yönetmek istemiyoruz” demeyi de ihmal etmemiş.
Gannuşi’nin aktarılan şu tesbitleri de mühim: “İslâm, halkı zorla, güçle yöneten bir yapı değildir. (...) Bu sebeple İslâm’dan hiçbir şekilde korkmamalıyız. Hürriyet hiçbir şekilde İslâm’a zarar vermez. Hürriyet ne olursa olsun, hangi boyuta ulaşırsa ulaşsın İslâm’a zarar verebilecek bir şey değildir. İslâm demokrasi ve halk karşıtı değildir. İslâm ile demokrasinin ikiz olduğuna inanıyoruz. Demokrasi dediğimiz İslâm’ın içinde olan bir şey. İslâm bir hürriyet dinidir. İslâm’a zarar verebilecek tek olgu diktatörlüktür. Diktatörlüğe karşı tavır sergilememiz gerekiyor. Basın hürriyetinden korkmamamız gerekiyor. İnsan haklarından, kadın haklarından, azınlık haklarından korkmamamız gerekiyor.” (AA, 26 Şubat 2019)
Farklı kelimelerle de olsa yıllardan beri bu anlamda tesbitleri yapanları Türkiye’deki görünüşte mütedeyyin olanlar hep kınamadı mı? Haydi, fikirlerine güveniyorlarsa Gannuşi’yi de kınasınlar...
Tabiî ki Gannuşi tebriki ve takdiri hak ediyor. Hele hele diktatörlük ile, istibdat ile arasına kalın bir çizgi çizmesi çok dikkat çekici.
Hak, hukuk, adalet, hürriyet, özgürlük tabirlerinden rahatsız olanların her geçen gün biraz daha azalması temennisiyle...