Bir büyükelçiler krizi yaşandı ve nihayet yine diplomasi yoluyla bu kriz çözüldü ya da öyle görünüyor.
Bazıları bu yaşananlardan ‘başarı’ hikâyeleri çıkarabilir, ama gerçekten öyle mi? Sükûnetle, akılla, iz’anla, uzun dönemli düşünüldüğünde gerçekten kim ya da kimler kazançlı çıktı?
Türkiye’yi idare edenler dünya ülkeleriyle yaptıkları münasebetleri çoğunlukla ‘kazan kazan politikası’ olarak isimlendirip millete öyle de anlatıyorlar. Dış politika temelde ‘ülke menfaati’ne dayanır ve idareciler buna göre adım atmaya çalışır. Peki, başta komşularımız olmak üzere dünya ülkeleriyle yürütülen politikalarda kazançlı çıktık mı? Başta Suriye olmak üzere uzak ve yakın komşularımızla gelinen nokta ‘kazan kazan’a uygun mudur? Daireyi genişleterek en uzak ülkelerle irtibatımızda acaba kazançlı taraf olduğumuz kaç ‘kriz’ yaşandı?
Tabiî ki insanoğlu nisyanla, yani ‘unutma hastalığı’ ile hastalıklıdır. Geriye dönüp yaşanan krizlerin öncesini ve sonrasını hatırlamakta fayda yok mu? Bir dönem Almanya ile kriz yaşandı, Alman malları boykot edildi. Bir dönem Fransa ile başka bir dönem İtalya ile velhasıl neredeyse kriz yaşamadığımız ülke kalmadı. Hemen her kriz dönemlerinde de o ülkelerden ithal edilen malları, bazen telefonları, bazen elmaları, bazen muzları imha ederek ‘kârlı’ çıktığımız zannedildi.
Dolar değer kazanınca dolar bozdurarak krizi fırsata çevireceğimiz bile söylenmedi mi? Bazı ünlü sporcular dolar bozdurup bunun reklâmını yapmadı mı? Peki, netice ne oldu? Dolar ya da yabancı paralar TL karşısında değer kazanmaya devam etti. “Hayır, öyle olmadı. Bu politikalar, döviz bozdurmalar iyi netice verdi. Türkiye kâr etti” diyen var mı?
Gelelim 10 ülke büyükelçisinin içinde olduğu krize. Katılan olur, itiraz eden de olur; büyükelçiler ortak bir açıklama yaptı. Buna tepki olarak bu elçilerin ‘istenmeyen adam ilân edileceği’ söylendi. Bunun anlamı, 10 ülke elçisinin Türkiye’den gönderilmesi demek. Derken ‘arka kapı diplomasisi’ devreye girmiş olacak ki, açıklamadan bir kaç gün sonra uluslar arası bir anlaşmaya atıf yapılarak elçiliklerin sosyal medya hesabından iki satırlık bir “anlaşmaya sadık kalacağız” denildi. Atıf yapılan uluslar arası anlaşma, elçilerin bulundukları ülkelerin iç işlerine karışmamayı taahhüt eden maddeymiş. Neticede elçiliklerin yaptığı bu yazılı açıklama Türkiye’yi idare edenlerce ‘makul ve yeterli’ bulundu ve elçilerin ‘istenmeyen adam’ ilân edilmesinden vazgeçildi.
Bu netice üzerine bazı iktidar taraftarları zafer ilân etti. Peki zafer ilânı doğru mu? Sakince hesap yapalım: Kriz öncesinde büyükelçiler buradaydı. Kriz sonrası da burada. Kriz çıkmasıyla birlikte döviz fırladı, piyasalar sarsıldı. Bu krizin sadece maddî hesabı yapılsa ortaya çıkan tablo kimin kâr, kimin zarar ettiğini göstermez mi? Diyelim ki bu kriz sebebiyle, döviz fiyatı artışından dolayısıyla Türkiye 10 milyar dolar daha fazla borç yükü altına girmiş olsun. Bu hesaptan kâr çıkar mı?
Şu da var ki, krize sebep olan mesele hak, hukuk, adalet ve insan haklarının uygulanma meselesidir. Dolayısıyla “âdil olun, adalet iyi işlesin, haksızlıklar olmasın” diyen birine “Sen bize karışma” deme hakkı var mıdır? “Bizde haksızlık yok, niçin iftira atıyorsun?” diyebilen varsa onu söylesin. Ancak adalet sisteminin iyi işlemediğini bilmeyen biri kaldı mı ki? Doğru bir talebi ‘yabancı biri’ dile getirdi diye ona kızmak mümkün mü? 28 Şubat sürecini düşünelim. O günkü idareciler ‘başörtülü öğrenciler üniversiteye giremez’ diyordu ve bu keyfi tutuma en üst perdeden haklı olarak itiraz ediyorduk. Aynı şekilde pek çok ‘yabancı’ siyasetçi ve sosyal bilimci de “Başörtülülere karşı yapılan bu uygulama haksızdır” diyordu. O gün, o ‘yabancı’lara “Siz yabancısınız, size ne” dedik mi? Denilse haklı olunur muydu?
O halde hak, hukuk ve adaleti hatırlatan kim olursa olsun ‘haklı’dır. Bu mesele “Biz kazandık, siz kazandınız” meselesi de değildir. Türkiye hak, hukuk ve adalet yolunda yürüdüğü gün kazançlı olur. Yoksa haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizliği savunarak gidilen yol, yol değildir. Bu yolda giden kim olursa olsun yanlış yoldadır vesselâm.