Türkiye dün sandık başına gitti ve tercihini yaptı.
Rakamlara göre yurt içinde toplam 56 milyondan fazla seçmen 180 bin civarında sandıkta oy kullandı. Seçimlerde, 6 cumhurbaşkanı adayı ve 8 siyasî parti katıldı. Gümrük kapılarındaki oy kullanma ise 7 Haziran’da başlamıştı.
Bu yazı seçim neticeleri belli olmadan yazıldığı için önümüzdeki günlerde yaşanması muhtemel siyasî gelişmeler konusunda bir tahmin yapmak mümkün değil. Ancak Türkiye’nin en başta ekonomik sıkıntılar olmak üzere önemli dertleri olduğunu unutamayız.
Her imkân ve fırsatta hatırlatmaya çalışıldığı üzere Türkiye’nin hak, hukuk ve adalet yolunda ilerlemesi icap eder. Kim ki bu yolda kararlılıkla ilerler, bunun için çalışır, millete ve memlekete faydalı olur. Bunu yapmayıp işi ehline vermeyen kim olursa olsun onlar da milletimize zarar vermiş olur.
Tabiî ki Türkiye’de ilk defa seçim yapılmadı. 1950’de çok partili hayata geçildikten sonra yapılan her seçim heyecanlı olmuştur. En çarpıcı olanlardan biri de elbette 14 Mayıs 1950’deki seçimdir. O seçimle tek parti devri sona ermiş ve Demokrat Parti oyların yarıdan fazlasını alarak tek başına iktidara gelmiştir. Sonraki yıllarda da heyecanlı seçimlere şahit olunmuştur. Maalesef 1950’de milletin ortaya koyduğu tercih 10 yıl sonra 27 Mayıs 1960 darbesi ile engellenmiş ve halen yüreklerde bir sızı olarak duran Menderes ve arkadaşlarının idamı hadisesi aşanmıştır. Sonraki yıllarda da milletin tercihlerini dikkate alan ve almayan siyasetçiler arasında yarış devam etmiştir.
Türkiye siyasetindeki en büyük kırılmalardan biri de 12 Eylül 1980’deki darbe ile yaşandı. Bu tarihteki darbe 1960’daki darbe gibi kanlı olmadı, ama siyasî tesirleri bakımından belki de daha zararlı oldu. Darbeciler öyle bir anayasa hazırladılar ki aradan geçen neredeyse yarım asra rağmen bu anayasa tam olarak değiştirilemedi. 1980 darbesine imza atan darbeciler bir kaç yıl sonra idareyi siyasetçilere devretti, fakat ‘irade’yi devretmedi. Bu devir teslimden sonra çok farklı siyasî görüşlere mensup partiler iktidar oldukları halde darbecilerin anayasası çöpe atılamadı. Bugün çekilen sıkıntılarda bu anayasayı hazırlayanların da payı olduğu unutulmamalı.
Geride bırakılan bu seçimin döneminde aşırı kutuplaşmaların yaşandığına herkes şahit oldu. Değil aynı şehir, aynı köy, belki aynı aile içinde derin ihtilâflar çıktı. Çok keskin sözler, çok kırıcı tavırlara şahit olundu. Bu hal, umumî olarak Türkiye’nin ve milletin kaybetmesi anlamına gelir. Millet nezdinde olması icap eden muhabbet ve kardeşlik bağlarını yeniden tesis etmek çok zaman alacak. Türkiye bu meseleyi de önüne koyup düşünmek durumundadır. Fikirlerin bu kadar bölündüğü, ihtilâfların görünür hale geldiği, aile, komşuluk ve akrabalık bağlarının bu kadar zedelendiği başka bir seçim dönemi belki de olmamıştır. Böyle bir tablo karşısında endişeye kapılmamak mümkün olur mu?
En büyük düşmanın cehalet, fakirlik ve ihtilâf olduğunu bilenlerin bu meseleye çok daha farklı bir pencereden bakmasına ihtiyaç vardır. Türkiye ne zaman ki cehaleti, fakirliği ve ihtilâfı gerçek anlamda mağlûp etmiş olur; asıl o gün millet olarak kazanmış sayılırız. Yoksa cehaletin, fakirliğin ve ihtilâfın diz boyu olduğu bir yerde kimse kazanmış olmaz.
Sel gider kum kalır. Tartışmalar biter, asıl dert kalır. Hep birlikte cehaleti, fakirliği ve ihtilâfı etrafımızdan ve memleketimizden kovalım vesselâm.