Ülkemizin başta ekonomi olmak üzere birçok alanda gerilemeye devam ettiği bu zor şartlarda birilerinin çıkıp ‘bu böyle gitmez’ demesi lazımdır. Milletin artan feryadının duyulması elzemdir.
Bediüzzaman Said Nursi’nin ifadesi ile hükümet hekimdir, millet hastadır. Hasta şikâyet eder hekim de çare bulur. Hekim hasta gibi davranamaz, ‘niye hasta oldun’ diye hastadan şikâyet edemez. Ağlayıp sızlayan hasta ile beraber o da ağlayıp sızlayamaz.
Ya hasta ile hakkıyla ilgilenip dertlerine derman olur ya da yapamadığı hekimlikten feragat eder. Feragat etmeyi bilmeyenlerde gerekli mercilerinden affını (günümüzün meşhur yöntemi) ister. Bu kadar göz önünde yaşanan sıkıntıları birilerinin ilgililerine anlatmaması ve o sorumlu olanlarında anlamaya çalışmaması demokrasilerde mümkün olmasa gerektir. Ancak tam bir demokrasiye ulaşamamış, istibdadın hâkim olduğu yönetimlerde bu vaziyetler yaşanır. Çünkü halkın yaşadıklarını anlamaya veya anlattırmaya müsait bir idareci profili bulunmaz.
“İşte mâhiyet-i istibdadın timsâli budur. Zira, sâbıkta, Padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, bîçare milletin hâlini anlamıyordu, yahut zaaf-ı kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamak istemiyordu, yahut mütehevvisane ve mütekeyyifâne ve mütekalkıl olan tabiatı anlattırmaya müsait değildi.” (Münazarat)
Yerinde oturan, halkın içine resmiyetin dışında karışmayan idareciler zamanla ciddi bir şekilde halktan uzaklaşırlar. Halkı anlamamaya ve dinlememeye başlarlar. Bu uzaklık sebebiyle kalbi hissiyatlar körelirken idareyi kaybetmek korkusundan ortaya çıkan vehimler de artar. Bu hâl şiddetlendikçe halkın üzerinde ağır bir baskı hissedilir. Tek çare demokrasiyi güçlendirerek demokrat idareciler yetiştirmektir. Yoksa uzayıp giden bu kısır döngü daha da devam edecektir.