Vaktiyle, memleketin birinde, “hasis” bir adam, yerde bir kutu nasır ilacı bulur ve sevinçten havalara uçar. Adamın bir kutu nasır ilâcı için böylesine sevinmesine şaşıran arkadaşı, ona, “işine yaramayacak bir ilâç için mi seviniyorsun yani” diye sorar.
Bedava sirkeyi baldan tatlı gören ve mal sevgisi sebebiyle israf etmeme fikrinde aşırıya kaçan bu hasisin ilk işi, gidip ayağına bir çift dapdar kundura giymek olur.
Bugünkü köşe yazımız “ayağı dar kunduralılar” hakkında. Önce haberler:
Birincisi: Bolu Kartalkaya’da çıkan otel yangınına ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında bazı güvenlik kamerası görüntüleri basına düştü.
Yangının ilk dakikalarına ait görüntülerde, otel çalışanlarının; yangına müdahale etmek, oteli tahliye etmek yerine ilk iş olarak kapalı otoparktaki araçlarını dışarıya çıkarmaya çalıştıkları görülüyor.
İkinci haber bir dostumuzdan: İstanbul’da gerçekleşen 6.2 şiddetindeki deprem sonrası, en ucuz dairenin 12-13 milyon lira olduğu lüks bir sitenin sakinleri, koşa koşa gitmişler ve kapalı otoparktaki araçlarını sitenin girişindeki caddeye çekmişler. Cadde kapanınca siteye ve mahalleye ambulans dahi girememiş. Üstelik bunu yapanlar eğitimlilermiş!
Bu iki haber gösteriyor ki maalesef ülkemiz insanı içlerindeki “kıtlık psikolojisini” yenebilmiş değil…
Geçmişte yokluk ve kıtlık yaşayan koca bir nesil, bugün varlık sahibi olsalar ve hatta diplomalar alsalar da içlerindeki kıtlık psikolojisi kolay kolay ondan kurtulamıyorlar.
O nesiller için hayat bir mücadeleden başka bir şey değil. “Hakkını yedirmemek için hak ye, gözünü açık tut” felsefesi topluma her yönüyle sirayet etmiş durumda.
Ticaret, stokçuluk, karaborsacılık…
AVM otoparklarında, hatta kütüphanelerde dahi yaşanan yer kapma kavgaları…
Mağaza açılışlarındaki ve pandemi dönemindeki marketlerde yaşanan izdihamlar.
Otobüse binme, uçaktan inme esnasındaki curcuna, sarı sitede fiyatı zırt-pırt artan kira ve gayrimenkul ilanları ve enflasyon…
Hepsinin temelinde esasında bir kıtlık psikolojisi, “ya bana kalmazsa” düşüncesi yatıyor.
Bu düşünce bir yaşam biçimi haline gelince de bedeviyetten medeniyete, istibdattan hürriyete bir türlü geçemiyoruz. Ve maalesef eğitim tek başına çözüm değil. Bunun için galiba bir nesl-i cedîd lâzım.
Malumunuz son yıllarda insanları doğum yıllarına göre sınıflandırarak, “şu kuşağı”, “bu kuşağı” diye isimlendiriyorlar. Son kuşak 2010 ve sonrasında doğmuş olan “Alfa Kuşağı”
Öyle görünüyor ki kıtlık psikolojisini yaşama biçimi hâline getirmeyecek ve “dar kundura” ile gezmeyecek nesil, “Alfa Kuşağı” ve sonrası olacak.
Çünkü Alfa Kuşağı hariç her nesil çocukken biraz, yiyecekler için “ya biterse” kıyafetleri için “ya eskirse” endişesini yaşamıştır. Yeni nesil ise “biterse yenisini alırız” düşüncesinde.
Dört beş kardeşin beraber sofraya oturup da diğerlerinden bir iki kaşık fazla yemek için birbiriyle mücadele ettiği nesiller ile anne-babasının elinde kaşıkla yemek yedirmek için peşinde gezdiği alfa kuşağını kıyas edelim.
Bu kıyası yaparken de doyumsuzluk, şımarıklık gibi başka etkileri bir kenara bırakalım.
Alfa Kuşağı ve sonrası eğitimle düzeltilebilecek küçük kusurları olsa da belki de “mal sevgisi ve hırsı” taşımayan, hürriyetine düşkün yepyeni bir nesil olacak.
Haksızlığa da ses çıkaracaklar. “Bana oy verirsen sana şunu alırım” diyenlere de kanmayacaklar ve “zaten benim var” diyecekler.
Kimse onların nasırlarına basamayacak inşallah.