İslâm’a, Enbiyâya ve Peygamberimize düşman olan ve zarar vermeye çalışanların hepsinin âkibetleri hüsran olmuştur.
Önceleri Tevrat’ı güzel okuyup, güzel anlayan ve yorumlayan Kârun; mal, para, saray ve servetiyle övünüp kibirlenmeye başladı. “Bunlar bana ilmim sayesinde verildi” diyordu.
Kibir ve gururundan dolayı Cenâb-ı Allah Kârun’u, saray ve servetiyle berâber, halkın gözü önünde yerin dibine batırarak helâk etti. Sonraki nesillerin ibret ve ders almaları için, bu olay Kur’ân’da ve hadislerde genişçe anlatılmıştır. Hz. Mûsâ zamanında, Sâmirî isimli bir kuyumcu da, altından yaptığı bir buzağı heykeline Benî İsrâil’i, taptırdı. Onları kandırıp tevhid ve nübüvvetten uzaklaştırdı. Bu buzağı heykeli en ufak bir rüzgarda, sığır gibi böğürüyordu.
Sâmirî, cezâ olarak öyle bir hastalığa yakalandı ki, hiç kimse onun yanına yaklaşamadı ve dokunamadı bile. Yalnız başına kalıp o hastalıkla hüsrâna uğradı ve öldü. İslâm’a ilk davette Ebû Leheb peygamberimiz’e hitâben: “Yâ Muhammed! Yazık sana, her gün hüsrâna uğrayasın!” dedi. Yerden bir taş alıp peygamberimize vurmak istedi.
Sonra da: “Ebû Leheb helâk olsun. Ve helâk oldu da. O’na zenginliği ve kazancı da bir fayda vermedi..” ifâdeleri ile başlayan Tebbet sûresi nazil oldu.
Ebû Leheb’in bu çirkin hareketi üzerine Bedir harbinden az sonra yüzünde adese denilen ufak bir çıbandan öldü. Hâşimîler tarafından terk edildi.
Cenâzesi menfur ve metruk vaziyette bırakıldı. 3 gün cenâzesi meydanda kaldı ve kokmaya başladı. Akrabâları bile; aşırı ve pis kokudan dolayı yanına bile yaklaşamadı.
Ücret ve para ile tutulan Sudânîler tarafından cenâzesi kaldırılıp defnedildi.
Îman, istikâmet, ihlas, sıdk, şükür, şifâ, hüsn-ü hâtime, Kur’ân ve sünnet üzere kalınız.