İnsanoğlu bazen kalabalıklardan uzaklaşarak iç âlemini dinlemek ister. Sessizlikte hakikatin sesini işitmek, arayışın sancısıyla mutlak gerçeğe yönelmek… Cebel-i Hira —diğer adıyla Cebel-i Nûr— tam da böyle bir arayışın mekânıdır. Ve onun kalbindeki mahrem durak: Gâr-ı Hira.
Tarihte, Mekke’de Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği hanîf dinini sürdüren bazı samimi insanlar, özellikle Recep ve Ramazan aylarında bu dağa çıkar, inzivaya çekilirlerdi. Peygamber Efendimiz’in (asm) dedesi Abdülmuttalib de bunlardan biriydi. Zaman zaman Hira’ya çekilir, mağarada ibadet ve tefekkür ederdi.
Efendimiz de (asm) nübüvvetten önce, Mekke’deki putperestliğin kasvetinden uzaklaşmak, iç dünyasında hakikati aramak için aynı dağa çekilirdi. Tıpkı dedesi gibi… Ramazan aylarında azığını alır, Gar-ı Hira’ya çıkar, günlerce ibadet, tefekkür ve sükût içinde kalırdı. Ve işte o sessizlikte, insanlığın kaderini değiştiren semavî bir hitap yankılandı: “Oku!”
Hira’dan her dönüşünde ise evine uğramadan önce mutlaka Kâbe’yi tavaf ederdi.
Zirvede Sessizlik, Mağarada Aydınlık
Cebel-i Nûr, Mekke’nin kuzeydoğusunda, Kâbe’ye yaklaşık 9 kilometre mesafededir. Gâr-ı Hira, 600 metre yüksekliğindeki bu dağın arka yamacında, zirveden yaklaşık 30 metre aşağıda yer alır. Buraya ulaşmak için bir saatlik dik ve meşakkatli bir tırmanış gerekir. Zirveye ulaşıldıktan sonra, arka yamaçtan mağaraya inilir.

Ancak burası yalnızca bir coğrafî nokta değildir. Alak Suresi’nin ilk beş ayeti burada inmiş; nübüvvet nuru ilk defa burada parlamış; “Oku!” emri, burada tüm varlığı aydınlatan semavî bir yankıya dönüşmüştür.
Bugün de Cebel-i Nûr ve Gâr-ı Hira, kalplere ve toplumlara seslenen canlı birer mana merkezidir. Özellikle çağımızın hız, yüzeysellik ve maddecilik girdabında, Cebel-i Nûr, bir duruşu; Gar-ı Hira ise düşünmeyi ve yeniden yönelmeyi hatırlatır.
Sessizlikte Hakikati Aramak
Gâr-ı Hira’nın bugüne bakan mesajı nettir: Gerçek değişim içten başlar. Kalabalıklar içinde savrulan insan, bazen bir Hira arar. Bilginin çok, fakat hakikatin az olduğu bu çağda Hira, durmayı, susmayı, düşünmeyi ve derin bir okumayı hatırlatır. Kendi içimize dönmeyi, kalbin sesini dinlemeyi, hakikatin çağrısına kulak vermeyi...
“Oku!”: Varlığı Okumaya Bir Davet
Mağarada inen ilk ayet olan “İkra!” (Oku!) yalnızca yazılı metinleri değil; kâinatı, hayatı ve insanı okumayı emrediyordu. Risale-i Nur bu hakikati şöyle açıklar: “Bu kâinat öyle bir kitabdır ki, her sahifesi çok kitabları tazammun eder. Hattâ her kelimesi içinde bir kitab vardır. Her bir harfi içinde bir kaside vardır. Yeryüzü bir sahifedir, ne kadar kitab içinde var. Bir ağaç bir kelimedir, ne kadar sahifesi vardır. Bir meyve bir harf; bir çekirdek, bir noktadır. O noktada koca bir ağacın programı, fihristesi var.”1
İşte bu bakış, Hira’da başlatılan tefekkürî okumanın özüdür. Yüzeyde kalmayan, şekli aşan ve mânâya inen bir okuma…
Hira: Bir Coğrafya Değil, Bir Yöneliş
Gâr-ı Hira… Sadece bir mağara değil; bir hâlin, bir yönelişin adıdır. Efendimiz’in (asm) inzivaya çekildiği bu sessiz zirve, vahyin gelişine hazırlık yapan derin bir sükûttur. Kalabalıkların gürültüsünden uzaklaşıp, iç âlemin sessizliğinde hakikati beklemek…
Bugün de insan, karmaşık gündemlerden, sosyal medyanın bitmeyen sesinden, faydasız meşgalelerden kaçmak istiyor. Çünkü ruh, artık hakikatin sesini duymak istiyor. İşte bu arayışta Hira, sadece tarihten değil, bugünden de bize sesleniyor.
Hira: Coğrafyadan Kalbe Açılan Kapı
Hira, sadece bir mekân ismi değil; bir iç yolculuğun ve kalbî seyrin adıdır. O mağarada inzivaya çekilen Resûl-i Ekrem (asm), aslında kalbin en derin köşesine doğru bir sefer başlatmıştır.
Bugünün mü’mini için de Gâr-ı Hira, kalpte açılması gereken bir menzildir. Her insanın kendi vicdanıyla baş başa kalabileceği, nefsini sorgulayabileceği, Rabbine yönelerek tazelenebileceği içsel bir mekân…
Bu çağın Hira’sı, göz ardı edilen kalbimizdedir. Sessizliğe, derinliğe ve tefekküre duyulan ihtiyaç her zamankinden fazladır. Çünkü hakikat, çoğu zaman sükûtta konuşur.
Risale-i Nur ve Hira’nın Manevî Mirası
Risale-i Nur, bugünün insanına bu iç yolculuğun kapılarını aralayan bir rehberdir. Kalbi yeniden Hira’nın sessizliğine çeken, vicdanla yüzleştiren, insana hem kendini hem Rabbini hatırlatan bir manevî çağrıdır.
Nasıl ki Hira’da doğan ilk vahiy, karanlığa bir ışık olduysa; Risale-i Nur da bu asrın gaflet karanlığında kalbe bir nur olur. Her insanın içinde bir Hira olmalı…
Hakikate susamış bir kalp, sükûtla yıkanmış bir vicdan ve tefekkürle aydınlanmış bir yolculuk…
Ve bazen Hira’ya ulaşmak için dağa değil, sadece kalbimize çekilmek yeterlidir.
Hira’dan İnmek ve Âlemi Aydınlatmak
Efendimiz (asm), Hira’dan indiğinde sadece ailesine değil, bütün insanlığa seslenen bir peygamberdi. Bugün de kendi Hira’sına çekilen, iç dünyasını nurlandıran bir insan, çevresine ışık saçabilir. Çünkü: “Karanlık ne kadar fazlaysa, bir mumun kıymeti o kadar artar.”
Risale-i Nur bu hakikati şöyle ifade eder: “Dünya, nurunu arıyor. Hakikat şairi Mehmet Âkif, “O nuru gönder, İlâhî, asırlar oldu yeter! Bunaldı milletin âfâkı bir sabah ister.” diye, işte bu nura (Risale-i Nur’a) işaret ettiği, bugün bizce bir hakikattir.”2 Ve o nurun ilk kaynağı, Gar-ı Hira’daki o sessiz doğuş olmuştur…
Bugünün Sorusu: Benim Hira’m Nerede?
Teknolojinin hâkim olduğu bir çağdayız. Bilgi çok, ama hikmet az. Ekranlar var ama derinlik yok. Kalabalıklar içinde yalnızlık büyüyor.
İşte bu yüzden bugünün insanı da kendi Hira’sını arıyor: Hakikati düşüneceği, kendini sorgulayacağı, Rabbine yöneleceği bir mekân, bir zaman, bir hâl…
Sonuç: Cebel-i Nur Bugün de Konuşuyor
Cebel-i Nûr hâlâ yerinde. Gar-ı Hira hâlâ sessiz ve sedasız bekliyor. Ama mesajı taze, çağrısı canlı: “Oku! Kendini oku. Kâinatı ve hayatı oku. Rabbinin izzetli mesajını oku.”
Çünkü hakikate giden yol, sessiz bir mağarada başlar ve âlemleri aydınlatan bir nurla devam eder…
Dipnotlar:
1- Sözler, 10. Söz, 1. İşaret.
2- Tarihçe-i Hayat, 8. Kısım: Isparta Hayatı.