"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Rİsale-i Nur hizmetinin bazı farklı özellikleri

M. Fahri UTKAN
28 Temmuz 2019, Pazar
Risale-i Nur Külliyatı’nı özellikle lâhikalardaki hizmetimizle ilgili meseleleri okurken, İslâmiyet’te ruhsatı olup da hizmetimizde Üstad tarafından bizzat yasaklanan veya iyi görülmeyen birkaç mesele dikkatimizi çekmekte. Bu konuların birincisi “gıpta”dır. Bu konuyu daha önceki bir yazımızda işlemiştik.

İkinci konu ise: Zarurî durumlarda yalan konuş(ma)mak: Bu konuda önce birkaç hadis-i şerife bakalım; “Müslim’deki bir hadiste “İnsanların arasını bulan ve hayır söz taşıyan yalancı değildir” buyurulur. 

Hemen bunun yanı başında İbni Sihab şöyle der: “İnsanların söylediklerinden hiçbirinde yalana ruhsat verildiğini duymadım. 

Ancak üç şey müstesna: Harpte, insanların arasını bulmakta, kocanın karısına, karının kocasına söylediklerinde”. (Müslim, Birr 27) Tirmizî’de de Müslim’dekine benzer şu hadisler vardır: “Yalan sadece üç yerde helâl olur: Kişinin karısını memnun etmesi konusunda, harpte, insanların arasını bulmakta”, “İnsanların arasını bulmak için hayır söyleyen ya da hayır söz taşıyan yalancı değildir”. (Tirmizî, Birr 26)]” 

Bu hadislerde geçen konulara göre sorulmuş bir suale, Üstad Bediüzzaman şöyle cevap vermektedir; 

“Sual: Bir maslahata binaen kizbin (yalanın) caiz olduğu söylenilmektedir. Öyle midir? 

Cevap: Evet, kat’î ve zarurî bir maslahat için mesağ-ı şer’î (şeriatın izni) vardır. Fakat hakikate bakılırsa, maslahat dedikleri şey batıl bir özürdür. Zira usul-î şeriatta takarrur ettiği veçhile, mazbut ve miktarı muayyen olmayan bir şey, hükümlere illet ve medar olamaz; çünkü miktarı bir had altına alınmadığından suiistimale uğrar. Maahaza, bir şeyin zararı menfaatine galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-ı muteber olur. Maslahat, o şeyi terk etmekte olur. Evet, âlemde görünen bu kadar inkılâplar ve karışıklıklar, zararın, özür telâkki edilen maslahata galebe etmesine bir şahittir. Fakat kinaye veya tariz suretiyle, yani gayr-ı sarih bir kelimeyle söylenilen yalan, kizbden sayılmaz. 

Hülâsa, yol ikidir: Ya sükût etmektir; çünkü söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır. Veya sıdktır; çünkü İslâmiyet’in esası, sıdktır. İmanın hassası, sıdktır. Bütün kemâlata isal edici, sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. Âlem-i İslâm’ın nizamı, sıdktır. 

Nev-i beşeri kabe-i kemâlata isal eden sıdktır. Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren, sıdktır. Muhammed-i Haşimi Aleyhissalâtü Vesselâmı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.” 1

Mesleğimizde, meşrebimizde, mezhebimizde yalana hiçbir suretle cevaz olmadığına dair başka bir örnek; “Tarihçe-i Hayat’ta Eskişehir müdafaalarından birinde, “…mezhebimizde yalana hiçbir cihette cevaz verilmediğinden..” 2 sözü zikredilmektedir.

Üçüncü konu hediye kabul etmemek. Bu konu yani, Üstad’ın hediye, sadâka ve zekât kabul etmemesi. 

Hediyeleşmenin sünnet olduğunu gösteren dinî bazı kaynaklar şöyledir: “Aişe Validemiz, kendisi muhtaç bir kadının hediyesini kabul etmeyince Peygamber Efendimiz (asm) (O kadın muhtaç olsa da hediyesini kabul etmeliydin. O hediyeyi alıp karşılığında daha fazla bir şey vermeliydin!) buyurdu. Başka bir zaman da, Sahabeden bir zat, verilen hediyeyi kabul etmeyince, Resulullah Efendimiz (asm), sebebini sual etti. O zat da, (Ya Resulullah, birinden bir şey alan kimsede hayır olmadığını bildirdiğiniz için almadım) dedi. 

Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “O istemek suretiyle alınan şeylere mahsustur. Fakat siz istemediğiniz hâlde, size verileni alınız!”  (İmam Malik)

Dinî kaynaklarımıza göre, Peygamberlerin en önemli özellikleri, görevlerine karşılık ücret (veya hediye) kabul etmemeleridir. İşte Bediüzzaman da, Peygamberlerin bu sünnetine ittiba etmiştir. 

Üstad bu konu hakkında şöyle bir açıklama getirmiştir: “Bu münasebetle o kaidemin sırrını söyleyeceğim. Şöyle ki: Eski Said minnet almazdı. Minnetin altına girmektense ölümü tercih ederdi. Çok zahmet ve meşakkat çektiği halde kaidesini bozmadı. Eski Said’in, senin bu biçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve sun’î bir istiğnâ değil, belki dört beş ciddî esbaba istinat eder. Birincisi: Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cer etmekle itham ediyorlar, “İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar” deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lâzımdır. İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittibâ etmekle mükellefiz. Kur’ân-ı Hakîmde, hakkı neşredenler “Benim mükâfâtımı vermek ancak Allah’a aittir.” (Yunus Sûresi: 72; Hûd Sûresi: 29.) diyerek insanlardan istiğnâ göstermişler. Sûre-i Yâsin’de, “Doğru yolda olan ve sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere tâbi olun.” (Yâsin Sûresi: 21)cümlesi, meselemiz hakkında çok mânidardır.” 

İşte Üstad da, Ehl-i Beyt’ten olması dolayısıyla hediye ile beraber, sadâka ve zekât da kabul etmemiştir. Hatırını kıramayıp hediyeyi geri çevirmediği zamanlar olmuştur; fakat karşılığını vermeden almamıştır.

Dördüncü konu; “Bizim hizmetimiz îtibâriyle bizde zaif damar sayılan, fakat hakîkat noktasında herkesin makbulü ve her şahıs onu kazanmaya müştak olan mânevî makam sahibi olmak ve velâyet mertebelerinde terakki etmek ve o nîmet-i İlâhiyeyi kendinde bilmektir ki, insanlara, menfaatten başka hiçbir zararı yok. Fakat böyle benlik ve enaniyet ve menfaatperestlik ve nefsini kurtarmak hissi galebe çaldığı bir zamanda, elbette sırr-ı ihlâsa ve hiçbir şeye âlet olmamaya bina edilen hizmet-i imanîye, şahsî makam-ı mânevîyeyi aramamak iktiza ediyor. Harekâtında onları istememek ve düşünmemek lâzımdır ki, hakîki ihlâsın sırrı bozulmasın.”

Beşinci konu olarak şunu belirtebiliriz: “Gerçi umur-i uhreviyede hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür, fakat mesleğimizde ve hizmetimizde –bazı arızalar ile– inkısar-ı hayal cihetiyle, şükür yerine me’yusiyetle şekva etmeye sebep olur; belki de hizmetten vazgeçer. Onun için mesleğimizde kanaat, daima şükrü ve metaneti ve sebatı netice verdiği için, ihlâs dairesinde, hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz hâlde; neticelerine ve semeratına karşı kanaatle mükellefiz.”

Altıncı olarak da, şu konuyu belirtmek istiyorum: “Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ıstılâhatı var. Ben sufî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi’l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.” 3

Üstad, Külliyatın birçok yerinde bir konu hakkındaki çoğunluğun kabul ettiği, fakat kendisinin yeni bir fikir/ düşünce söyleyeceği zaman görüldüğü gibi genellikle “fakat” kelimesini kullanmıştır. ‘Buna dikkat lâzımdır’ diyorum, aynen Üstad gibi… 

Dipnotlar:

1- İşaratü’l-İ’caz, Sayfa 93.

2- Tarihçe-i Hayat. Yeni baskı. 271.

3- Lem’alar, 20. Lem’a.

Okunma Sayısı: 3044
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı