Mâlum, bütün dünya ve insanlık âlemi, daha evvel eşi benzeri görülmemiş dehşetli bir müsbetle karşı karşıya.
Bu umumî belâ ve musibetten, haliyle biz de nasibimize düşeni alıyoruz.
Söz konusu küresel felâketin daha ne kadar süreceği ve daha kaç bin insanın hayatına mal olacağı belli değil.
Şu âna kadar yitip giden canların sayısı on binlerle, vaka sayısı ise yüz binlerle ifade ediliyor. Çok hızlı bir şekilde yükselen grafikere göre, pek yakın bir zamanda ölümlerin yüz binlere, vaka sayısının ise milyonlara tırmanması kuvvetli ihtimal dahilinde görünüyor.
Ne yazık ki, yükseliş trendine giren acı gerçek böyle.
Bu durum karşısında biz ve herkese düşen, şu ölümcül virüse karşı zaruri tedbirleri almak ve bir yandan da başa gelen bu musibetten gerekli dersleri çıkarmak.
Bunu yapabilirsek, ne mutlu bize.
***
Umumu alâkadar eden belâ ve musîbetler, semâvî taşlar gibi başımıza yağmaya başladı.
Böylesi umumî belâ ve musîbetler, umumun-ekseriyetin hatasından kaynaklanıyor.
Bediüzzaman Hazretleri, Sünûhat isimli eserinde şunu söyler: “Musîbet-i âmme, ekseriyetin hatasından terettüp eder.”
O halde, şunu düşünmek lazım: Acaba, insanlar olarak zahirde ve bâtında ne gibi hata ve günahları işledik ki, kaderin fetvâsıyla birkaç cepheden sökün edip gelen bu fecî musîbetlere mâruz kaldık?
Şüphesiz, dünya çapında ve insanlık âleminde işlenen pek azim hata ve günahlar var. İşin bu tarafını başka zamana bırakarak, daha özele dönelim ve kendimizi şöyle bir muhasebeden ve murakabeden geçirelim: Tabii, dahilî kutuplaşmayı, bilhassa Suriye’de yaşananları ve bu ülke ile savaşın eşiğine kadar geldiğimizi unutmadan…
***
Evet, son birkaç yıldır kardeş ve komşu ülkeleri kasıp kavuran dehşetli fitne ateşinin, sonunda Türkiye’yi de etkisi altına alacağı aslında tâ başından beri belliydi.
Sağduyu sahipleri, bu muhtemel tehlikeye defaatle dikkat çekti.
Ne var ki, piramidin tepesindeki siyasîler, bu ciddî uyarılara karşı adeta kör ve sağır kesildiler.
Hatta, kendileri gibi düşünmeyenleri ardniyetli olmakla ve Esed diktatörü ile birlikte hareket etmekle suçladılar.
Zaten, politik sermayelerinin yüzde 51’ini genelde “başkasını suçlama” basitliği teşkil ediyor.
Velhâsıl, samimî dostlarını dahi dinlemediler ve hamasetle bildiklerini okumaya devam ettiler. “Bizim Reis herşeyi biliyor; onun her yaptığı doğru, her söylediği doğru” demekle iktifa ettiler.
Ne yazık ki, bu “ürkütücü teslimiyet”ten hâlâ geri dönülmüş değil. Bundan sonra da ayılacak gibi görünmüyorlar. Teslimiyet o derece katı, o derece koyu, o derece kangrene dönüşmüş durumda.
Takdir edersiniz ki, alabildiğine kalınlaşan siyasî taassup ve tarafgirlik perdesi altındaki gafleti izale etmek fevkalade zordur.
Bu itibarla, günden güne artan zarar-ziyan hanesi bir nevi kangrene dönüştü ve bundan bütün millet, bütün ümmet etkilenmeye, muzdarip olmaya başladı.
***
Öte yandan, asrın tabibi, Kur’ânın dellâlı, Resûl’ün (asm) vekili olduğuna inandığımız Âhirzamanın Bediüzzamanı, defaatle “Din siyasete âlet edilmez; siz de âlet etmeyin” ikazında bulunduğu halde, maalesef dinin mukaddes değerleri dünyaya, siyasete, hatta ticarete çokça âlet edildi?
Üstad Bediüzzaman’ın bu ikazını haklı bulan ve buna kesinlikle inananların da mühim bir kısmı, tatbikatta bunun tam tersi bir siyasî kulvara girdi.
Cenâb-ı Hak, nedâmet edilmesi ve bu azim hatanın düzeltilmesi için imhâl etti, yani mühlet verdi; ancak, ihmâl etmedi ve müstehak olduğumuz tokatları indirmeye başladı.
Bu noktadaki en büyük tesellimiz ise şudur: “Musîbet, cinayetin neticesi, mükâfâtın mukaddimesidir.”
* * *
Umumî belâ ve musîbetleri üzerimize celp eden pek mühim bir başka sebep ise, hiç şüphemiz yok ki Risâle-i Nur’a olan menfî müdahalelerdir.
Velhâsı, zahirî sebeplerin yanında, olup bitenlere bir de kaderî perspektiften bakarak dersimizi almak durumundayız. Dersini ikaz ile, nasihat ile alamayanlar, ne yazık ki, belâ ve musîbet tokatlarına müstehak hale geliyor.
Cenâb-ı Hak, yaşananlardan hepimize doğru dersler çıkaracak şuur, idrak ve basîret versin.