Kurân’ın malı ve hakikî bir tefsiri olan Risâle-i Nur’da yer alan ölçü, kıstas ve düstûrlara baktığımızda, gayet açık ve bâriz şekilde şunu görüyoruz:
Bu zamanda, ister din ister milliyet adına olsun; ister iktidara gelmek ister bir diktatörü iktidardan indirmek adına olsun; İslâm toplumu içinde silâh kullanmaya, kan dökmeye, şiddet yöntemine başvurmaya izin yok, ruhsat yok, cevâz-ı şer’î yoktur…
Kurân’ın dellâlı olan Üstad Bediüzzaman, âyet-i kerimede ve sair kudsî kaynaklarda geçen “Lâ ikrahe fi’d-dîn... Lâ icbare fi’d-dîn...” hakikatini tefsir ederken, bu zamana mahsus olarak şu içtihadı yapmış: “(Âyet) Mânâ-yı işârî ile der: Gerçi o tarihte (1930’lar), dini dünyadan tefrik ile dinde ikràha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kànun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor. Ve hükümet, lâik cumhuriyete döner. Fakat, ona mukabil mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak.” (Şuâlar: 243)
Aynı eserin 317. sayfasında ise, mesele daha etraflıca izah edilerek, bize şu ders-i hakikat veriliyor: “Eğer maddî müdafaadan Kurân men etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde, umûmun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirtler (Nur Talebeleri), Şeyh Said (1925) ve Menemen Hadiseleri (1930) gibi cüz’î ve neticesiz hadiselere bulaşmazlar; Allah etmesin, eğer mecburiyet derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-i Nur’a hücum edilse, elbette hükûmeti iğfal eden zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar.”
Üstad şunu demek istiyor: Elimizde kuvvet var aslında. Fakat, bu kuvveti istimal etmeye izin yok, ruhsat yok.
Hayatta iken bir iman dersi esnasında sohbet ettiğimiz “Son Şahitler”den Ali Demirel Ağabey, bu hususla ilgili olarak bize şu hatırasını şifâhen nakletti:
“Üstad Bediüzzaman, 1960 yılı başında İstanbul’a yaptığı son seyahatinde bize şunu söyledi: ‘Kardaşlarım. Eğer istesem, yüz Şeyh Said kuvvetinde bir hadise çıkarabilirim. Fakat, bin Şeyh Said kadar kuvvetimiz olsa, yine de asayişin muhafazasına sarf etmeliyiz.”
Said Nursî, bütün hayatı boyunca hep aynı prensip dairesi içinde kalarak hizmet etmiş ve son mektubunda bu Kur’ânî prensibi şu sözlerle vecizeleştirmiş: “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir.” (Emirdağ Lâhikası; Son Ders.)
*
Yukarıda aktardığımız Kur’ânî hakikatlere rağmen, çıkıp “Suriye’deki diktatöryanın silâh zoruyla yıkılması lâzım. Bizim de silâhlı muhaliflere yardım ederek (ÖSO!) oradaki Nuseyrî rejimini yıkmamız lâzım” diye ısrar ediyorsa hâlâ, bizim de böylelerine şunları söylemek hakkımız doğar:
Ey muhakemesi zayıf dostlar!
Sizin yıllardır ısrarla sürdürmekte olduğunuz bu vaziyeti görünce, şuna kanaat getirdik ki: Eğer, 1909’da İstanbul’da yaşasaydınız, 31 Mart Vakasında Üstad Bediüzzaman’ın değil, Derviş Vahdeti’nin yanında yer alır, onun menfî tavrını takınırdınız. Şayet 1925’te yaşasaydınız, yine Said Nursi’nin yanında değil, Şeyh Said’in saflarında yer alır ve onun “silâhlı cihad” fetvasına göre hareket ederdiniz.
Şunu da unutmayın ki, o tarihlerde Türkiye’yi yöneten diktatörler, Beşşar Esed’e yüz basar. Aynı şekilde, onların kurduğu rejim de “Tarihte emsâli görülmemiş bir eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlaktır.” (Tarihçe-i Hayat: 137)
Yani, bu zamanda en dehşetli zalimlere, en muannit münkirlere ve en gaddar diktatörlere karşı dahi, dahilde silâh kullanılmamalı ve kan dökme cihetine gidilmemeli. Belki, onları fikren mağlûp etmeye ve mâsumların kanına girmeden onların bid’akâr rejimlerini (yıkmak değil) ıslâha çalışmalı.
Türkiye’de elde edilen muvaffakiyetler de bu sayede tahakkuk etti. Bunun örnek alınması lâzım. Esasen, bu devirde çekilen zorluklar, aksilikler ve gecikmeler de, hep menfi hareketle yapılan mukabeleler sebebiyle yaşandı. Bunun da unutulmaması icap eder.