Günümüzde adına “demokrasi” denilen meşrûtiyetin ikinci kez ilân edilmesinin üzerinden yüz on yıldan fazla bir zaman geçti.
Türkiye’de, esasında yaklaşık bir buçuk asırdır hürriyet ve demokrasi mücadelesi veriliyor: 1865’te Genç Osmanlılar Cemiyetinin (Jön Türkler/Fr: Jeunes Turcs) kurulmasıyla meydana çıkan bu mücadele, 1876 yılı sonlarında ilk meyvesini vermeye başladı.
Henüz yeni tahta çıkmış olan Sultan II. Abdülhamid 23 Aralıkta Kànun-i Esâsiyi (Anayasa) kabul ile meşrûtiyet sistemini ilân etmiş oldu. Ardından, Mebûsan ile Âyân Meclisleri kuruldu ve böylece meşrûtî yönetime geçilmiş oldu.
Ne var ki, bu demokrasi bayramının da ömrü çok kısa sürdü. Osmanlı-Rus harbi (1878) dağdağası içinde Meclis feshedildi, Anayasa askıya alındı; böylelikle meşrûtiyetin birinci faslı kapanmış oldu.
Sultan II. Abdülhamid dönemi siyaseti, 30 yıl müddetle meşrûtiyetin önünde setler oluşturup engeller koymakla meşgul olurken, Ahrar denilen Osmanlı hürriyetçileri ise, bugünkü anlamıyla demokrasi ve hürriyet mücadelesi vermeye devam etti: Bu uğurda yıllar yılı büyük gayretler sarf edildi, çok ağır bedeller de ödendi. Ancak, yine de hürriyet ve meşrûtiyet, hakikî vechesiyle bir türlü avdet etmiyordu.
Asker ve sivil kesimden birçok Osmanlı aydını meşrûtiyet mücadelesi vermeye kararlılıkla devam etmekle beraber, ortada büyük bir eksiklik vardı. Şöyle ki: Medrese cenâhından, yani ulemâ cânibinden hemen hiç destek yoktu. Meşrûtiyetin Kurân’a uygun, İslâmla barışık bir sistem olduğunu izâh edecek âlimler meydanda görünmüyordu. Yani, bu cihette ürkütücü olduğu kadar, düşündürücü bir boşluk vardı.
Hürriyet kahramanlarından Niyazi Bey, kendisini çekemeyen
İttihatçı komitacılar tarafından 1913’te katledildi.
İşte, o büyük boşluğu 1907 yılı sonlarında Osmanlı devlet merkezine, yani Dersaadet’e gelen Bediüzzaman Said Nursî doldurmaya gayret etti: İstanbul’a gelir gelmez hükümete maarif/eğitim hakkında bir dilekçe veren genç Said, ayrıca Şekerci Han’da kendisine tahsis edilen ofisi bir cihette “meclis-i efkâr”a çevirerek, âlimlere ve aydınlara adeta meydan okuyarak, gerek ilmî ve gerekse siyasî meselelerde fikir ve hatta inisiyatif sahibi olduğunu umuma ilân etti.
Bediüzzaman, bununla da iktifa etmeyerek, İstanbul’un gözde camilerinde vaazlar verip hitabelerde bulunarak, hürriyet hakikatini ve meşrûtiyetin faziletini kitlelere mal etmeye çalıştı. Tutuklanıp hapse atılmasına rağmen, o bu dâvâsından asla vazgeçmedi. Hapiste mahkûm iken dahi hükmetmeye devam etti.
Her büyük dâvâ gibi bu da bir bedel gerektiriyordu. Üstad Bediüzzaman, bu uğurda bedel ödüyor ve hayatı pahasına bu bedeli ödemeye hazır olduğunu bilfiil ispat ediyordu.
Jön Türklere mensup Niyazi ve Enver Bey gibi gözüpek subaylar, Bediüzzaman’ın bu kararlı hizmetinden de cesaret alarak, 1908 Temmuz’unda Sultan Abdülhamid’in mutlakiyet rejimine karşı direnişe geçtiler.
Rumeli’de yıllardır Balkan çeteleri ile Makedon komitacılarına karşı yiğitçe mücadele veren Kolağası Niyazi Bey Manastır’da, Enver Bey de Selânik’te askerleriyle birlikte dağa çıkarak, Sultan Abdülhamid’i meşrûtiyet idaresini yeniden ilân etmeye zorladılar.
Padişah, ilk başta meselenin ciddiyetinin farkında değildi. Bunu basit bir isyan hareketi zannederek, asker kuvvetiyle bastırmayı düşündü. Hatta Birinci Ferik (Korgeneral) Şemsi Paşa’yı teftiş ve gözdağı vermek maksadıyla Manastır’a gönderdi. Ancak, umduğu neticeyi alamadığı gibi, durum daha da aleyhine dönmeye başladı.
Bu arada, 20 Temmuz’da toplanan Arnavutluk kurultayı, meşrûtiyetin derhal ilân edilmesini istedi; aksi halde, İstanbul’a doğru yürüyüşe geçileceği işaretini verdi.
Sultan Abdülhamid, meselenin fevkalâde ciddî olduğunu görüp durakladı; hatta geri adım atmak durumunda kaldı.
Meselenin olgunlaştığına ve dâvâlarının nisbeten taban bulduğuna kanaat getiren Enver ve Niyazi Beyler, arayı hiç soğutmayarak 23 Temmuz günü Selânik ve Manastır’dan hürriyeti ilân ettiklerini İstanbul’a bildirdiler.
Artık, hadiselerin fıtrî seyrine razı olmaktan başka çaresi kalmayan Sultan Abdülhamid, hemen ertesi gün, yani 24 Temmuz 1908’de resmî bir fermanla meşrûtiyetin yeniden tesis edileceğini ilân etti. (Devamı var)