Bundan 135 sene öneceki yemin metni, bugün Meclis'te okunan yemin metninden bir hayli farklıydı.
İlk Meşrûtiyetin ilânından sonra teşkil edilen gerek Meclis–i Âyan ve gerekse Meclis–i Mebûsan, hiçbir dönemde tam kadro halinde çalışmadı, çalışamadı. Çeşitli sebeplerle, üyelerin bir kısmı atanamadı, seçilemedi veya seçildiği halde memleketini bırakıp İstanbul'e gelmedi, yahut gelemedi.
Meselâ, 1876'da kabul edilen 130 kontenjanlı Meclis–i Mebusan'ın ancak 115 üyesi parlamentoda yer alırken, 40 kontenjanlı Meclis–i Âyan'a atanan üyelerin sayısı ise genellikle 30 rakamının altında kalmış görünüyor.
Öte yandan, ilk başkanlığını Ahmed Vefik Paşanın yapmış olduğu Meclis–i Mebusana seçilen üyeler, o tarihte göreve başlamadan önce, Kur'ân–ı Kerim'e el basarak şu meâldeki yemin metnini okumak mecburiyetindeydi:"Pâdişâhıma, vatanıma ve Kànûn–i Esâsî hükümlerine, bana verilmiş olan vazifeye hürmet gösterip, aksine hareket etmekten sakınacağıma yemîn ederim.”
Aynı yemin metni, ilk başkanlığını Server Paşanın yaptığı Meclis–i Âyan üyeleri için de geçerliydi.
Mebusların yemin metni zamanla kısmî değişikliğe uğrayarak geldi; ancak, bugünkü Millet Meclisi'nde okunan aşağıdaki tarzda bir yemin metnine dünyanın hiçbir ülkesinde rastlamak mümkün değil: "Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adâlet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim."
Hiç biri için referandum yapılmamış olan "ilke ve inkılâp"ların, temel insan hak ve hürriyetleriyle nasıl bağdaşabildiğine dair, bugüne kadar hiç kimse çıkıp da akla, vicdana sığacak ve hukuk temeline oturtacak tarzda bir izâhatta bulunabilmiş değil.
Çoğu yerde zıtlaşan bu iki kavram için de aynı şekilde namus ve şeref üzerine yemin edilmesi, doğrusu tam bir "yaman çelişki" görüntüsü veriyor.
Nâzenin Meşrûtiyetin başına gelenler
1876 Türkiye'sinde şekillenen Meşrûtiyet tablosu, her şeye rağmen yine de sevindirici, memnuniyet vericiydi.
Ne var ki, bilhassa hamiyet sahiplerini sevince gark eden bu mutlu tablo, fazla uzun sürmedi. 93 Harbi denilen Osmanlı–Rus Savaşı (1877–78) dolayısıyla, herşey değişti ve yeniden "eski hâl"e dönüş yapılmak durumunda kalındı.
Sultan II. Abdülhamid, Meclis'teki bazı nahoş hallerden duyduğu rahatsızlık ve bilhassa 1877'de patlak veren "93 Harbi" sebebiyle, Meclis'i kapattığını ve Meşrûtiyet sistemini askıya aldığını ilân etti.
Şüphesiz, hürriyet ve meşrûtiyete inananların mücadelesi de olduğu yerde kalmadı; imkânlar nisbetinde olanca hızıyla devam etti.
Ne var ki, bu mücadele—hafif istibdat sebebiyle—dahilden ziyade hudut haricinde sürdürülmeye çalışıldı.
Evet, Meşrûtî sistem, bütün mücadelelere rağmen, yine de 30 yıl müddetle askıda kalmaya devam etti. Tâ ki, 1908'e gelinceye kadar...
Temmuz 1908'de Meşrûtiyet, hürriyetle birlikte yeniden ilân edildi.
Gerek devlet merkezi olan İstanbul'da ve gerekse taşradaki merkezlerde, tam bir şenlik, bir bayram havası meydana geldi.
Ne yazık ki, bu coşkulu hava da uzun sürmedi.
Herşey yoluna girdi, herşey güzel bir seyir takip ediyor derken, âniden bir kargaşa daha başgösterdi ki, bunun hakiki mahiyeti halen de vuzûha kavuşturulabilmiş değil.
13 Nisan 1909'da İstanbul'u kana bulayan ve sokakları, meydanları kaotik bir atmosfere döndüren "31 Mart Vak'ası", dehşet verici bir cuntacı darbeye bahane teşkil edip zemin hazırlamış oldu.
"Hareket Ordusu" ismini alan ve bambaşka bir şekle bürünen Selanik merkezli Üçüncü Ordu, gözünü tam mânâsıyla karartmış bir şekilde İstanbul üzerine yürüdü.
Bu ordunun kurmay kadrosundaki subayların tamamı Selânik kökenliydi.
Mahmut Şevket Paşa ise, bilâhare ve hatta ordunun İstanbul'a yaklaştığı sırada (Yeşilköy yakınlarında) getirilip hareketin başına adeta monte edildi.
Meclis Başkanı Talat Paşa, tam da bu esnada ayağına bir heyet göndererek, Mebusların Hareket Ordusuna bağlılığını bildirdi ve hatta duruma vaziyet etmek üzere bu derme–çatma orduyu şehir merkezine dâvet etti.
Aynı esnada sıkıyönetim ilân edildi. Askerî mahkeme kuruldu. Ahrarlar ile İttihad–ı Muhammedî mensupları tutuklanarak bu mahkemeye sevk edildi.
Neticede, mazlûmlardan onlarca kişi idam edilirken, yüzlercesi de çeşitli ağır cezalara çarptırıldı.
Niçin karşı konulmadı?
İstanbul üzerine emirsiz ve izinsiz şekilde gelen Hareket Ordusuna karşı koymak için, Sultan Abdülhamid'in elinde yeterince asker ve mühimmat vardı.
Bilhassa, İstanbul'un ve saltanatın güvenliğini korumak için kışlalarda tutulan tâlimli Avcı Taburları ile Padişahın "Hassa Ordusu", yer yer çapul sürüsünü andıran Hareket Orsuna rahatlıkla karşı koyabilir, onun ileri harekâtını pekâlâ durdurabilirdi.
Hatta, zahirî tabloya göre, İstanbul halkının da hiç hazzetmediği bu Selanik Ordusu darmadağın edilebilirdi.
Sultan Abdülhamid ise, kuvvetle karşı koyma yolunu tercih etmedi ve olup bitenleri adeta bir teslimiyet ve sükûnet–i hâl içinde durup tâkip etti.
Yani, fiilî mânâda herhangi bir harekette bulunmadığı gibi, bulunma niyet ve teşebbüslerine dahi muhalefet etti.
Tarih kaynaklarına ve şimdiye kadar yapılan yorumlara göre, Sultan Abdülhamid'in Hareket Ordusuna karşı gelmemesi ve elindeki askerî kuvvetle mukabele cihetine gitmemesinin birinci ve en büyük gerekçesi şudur: "Askeri birbirine kırdırtmamak ve kardeş kanı akıtmamak..."
Oysa, saltanat ve hakimiyet gerçeği, normalde rekabet, iştirak, ortaklık, müdahale ve mukabil harekete izin vermez.
Padişahların hemen tamamı, kendi tahtını ve saltanat idaresini tehlikede gördüğü anda, elindeki kuvvetleri hiç çekinmeden kullanmış ve mukabil cepheyi çökertme cihetine gitmiştir.
Nitekim, Sultan II. Abdülhamid'in dedesi Sultan II. Mahmud da aynısını yapmış ve meselâ Yeniçeri Ocağını çok kanlı baskınlar sonucu söndürmüştür. Bu ocağa mensup binlerce askeri öldürtmekten, boğdurtmaktan, denize attırmaktan çekinmemiştir.
Demek ki, Sultan Abdülhamid'in Hareket Ordusu hakkındaki tavrında "normalin dışında" bir hâl ve durum var ki, benzeri hiç görülmeyen bir muamelede bulunmuştur.
Acaba nedir, bu anormal durum...
Gayr–ı resmî tarih kanalıyla gelen rivâyetlerden biri şöyledir: Çok takvalı bir şahsiyet olan Sultan II. Abdülhamid'in keşif–kerâmet sahibi Şazelî tarikatından bir şeyhi, bir mânevî mürşidi olduğu biliniyor.
Padişah, Hareket Ordusu hakkında mürşidine danışıyor. Bu orduya karşı koyup koymama hususunda, şeyhinin fikir ve kanaatini öğrenmek istiyor.
O mübarek Şazelî şeyhi ise, yapmış olduğu muhavereden sonra "sultan mürid–derviş padişah" makamında gördüğü Sultan Abdülhamid'e şunları söyler: "Selanik'ten gelen bu orduya mukabele etme. Ona galip gelemezsin. Zira, o ordunun içinde Deccal var. Deccal ise, kuvvet yoluyla mağlup edilemez diye rivâyet var."
Şair Rıza Tevfik de, "Sultan Abdülhamid'in ruhaniyetinden istimdat" ile yazdığı o meşhûr şiirin bir kıt'asında, Hareket Ordusunu alkışlayanları "Deccal'a zil çalan böyle milletin..." diyerek, hem bir tılsımı fâş etmiş oluyor, hem de alkışa devam edenlerin ıslâhını gayr–ı kàbil gördüğünü beyan ediyor. (Devamı var)