Zaman ve mekân sohbete mani teşkil etmezmiş.
“Muhabbet ehlinin kalbindeki yol sohbete, marifete varan nurlu tecelliler, ufukları, suretleri, sesleri, perdeleri, nefesleri açıp gösterir mi acep?” diye muhayyile ederken bast-ı zaman içinde üç yüz sene kadar öncesine vâsıl oldum. Mazi derelerinde tarihin şanlı sayfalarına nazar edip istikbalin yüksek tepelerini mülâhaza niyetim vardı… Musıkîmizin piri, terennümleriyle hafızalarda iz bırakan Buhurizâde Mustafa Itrî Efendi’ye gönül misafiri oldum.
Bahçesinde sonbahar yapraklarının savrulduğu rüzgârlı bir gündü. Asırlık kümbetin altındaki dergâhın kapısında durdum. İçerden gelen ney sesinin ilham veren cazibesi, yüksek perdeden İlâhî aşkın ruhanî lezzetlerini çağrıştırıp hissettiriyordu. O lahutî enginliğin sekrine gönlünü kaptırmış dervişler, başları önde, kendi âlemlerindeki manevî iklimlerin feyzine dalmışlar.
Elimi kalbimin üstüne koydum, hürmetle eğilip selâmla destur aldım. Kapı eşiğinde tevazu ve mahviyetle oracığa ilişiverdim. Loş ışıkta, zikri Hakkı tesbihe fasıla vermiş Semahane erkânı, cübbesi, sarığı, sakalı ve haşmetiyle nazarları üzerine almış Mustafa Itrî, nefesiyle o mekâna hayat bahşeder gibiydi. Üflediği neyin içerisinden geçen hava zerreleri, sanki Hasan Feyzi Yüreğil’in fıkrasındaki Hz. Ali’nin (ra) gece vakti körkuyuya gizlice söylediği derin, lahutî hakikatlerin terennümü gibi hüzünlü nağmeler, aşkın musıkîyle tecessümü gibi kulaktan kalbe sirayet ediyor, lerzeye getiriyordu.
“Âşık oldum bin cân ile/Gözlerim doldu kân ile/Geçdi ömrüm hicrân ile/Terk eyledin âhir beni.”
Itrî’ye şiirindeki sitemi sordum: “Bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitapları, şu tasavvur-u zevalden gelen elemden birer feryattır.
Her birinin bütün divan-ı eş’arının ruhunu eğer sıksan elemkârane birer feryat damlar.” Neden acaba?
Mevlevîhane adabıyla elindeki ney’i gösterdi. “Dinle neyden kim hikâyet etmede / Ayrılıklardan şikâyet etmede.” Vuslata erinceye, Hakka vasıl oluncaya kadar hicranla geçen ömrünün ve sevdiği her şeyin kendini terk eylediğini ima ve izah etti.
Elimdeki kitaptan okudum: “Hayat ise eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir…” “Mü’minin tahassungâhı: Muhakkikîn-i asfiyanın düsturlarıyla hudutları taayyün eden hakaik-i imaniye ve muhkemat-ı Kur’âniyedir.”
Itrî, kitabı sordu? Asrımıza hitap eden Kur’ân tefsirini Milaslı Halil İbrahim’in dilinden söyledim: “Mişkât-ı misbahtan menşur-u hakikat-ı Kur’ân’dır bu./Mevsim-i âsârda yektâ bir gülistandır bu.”
Bestekâr, şair, hattat Itrî, İlâhî aşka mazhar olmanın, marifet ve muhabbet yollarını söyledi. Seslerin musıkînin renkleriyle şekillenip kalpleri coşturduğunu anlattı. Kâinattaki aşk deryasının insan kalbinden İlâhî aşka yükseldiğini işaretler etti.
“Boyun bâlâ, gözün şehlâ,
gören mecnun seni leyla.
Sözün ferşte, gözün Arşta,
gönül meftun sana cana.
Nikâbın Nur, nigâhın Nur,
kitabın Nur senin ey Nur!
Bağın Nursî, huyun munis,
özün idris ferd-i yektâ.”
Hasan Feyzi Yüreğil’in bu şiirine Itrî, bu aşk tezahürünü beste ile seslendirmeyi çok isterdim, dedi.
Zaman bastında sohbet nihayete vasıl olmadan ona “Aşkın en münteha derecesini” sordum? Birden ciddileşti, bakışları üzerime çevrildi. Olgunluğun esprisiyle yüzüme bakıp gülümsedi! Müellifin, muhataplara sualden men edildiği ulvî hakikatler deryasındasın anlaşılan! Arz-ı hürmetle elini öperek veda ettim. Ayrılırken asırlardır kubbeleri çınlatan, gönülleri coşturan segâh makamındaki saltanatlı Bayram Tekbiri’ni beraber söyledik:
“Allahu Ekber Allahu Ekber. La İlahe İllallah Hu Allahu Ekber. Allahu Ekber Ve Lillahil Hamd.”