Risale-i Nur’da geçen ilginç bir bahis var.
24. Sözde 3.Dal 10. Asılda. Kim bunu okursa, Hz. Musa ve Hz. Harun’un sevabı kadar sevap verilir. Dünyevî dar fikrimizle bir virde verilecek sevabı muvazene edemiyoruz. Zaten o kadar sevap her mü’mine müyesser değil. Keyfiyet, kabiliyete tabidir. Onların ayineleri deniz misal, belki bizimki damla mesabesinde.
Yani mesele aynamızla ilgili. Aynamız ne kadar büyükse, ne kadar temizse o kadar o sevaptan hissemizi alabiliriz. Ya da okuduğumuz vird, niyet-i halise ve şeffafiyet peyda etmişse bir âyette, semavat gibi nuranî sevap ve fazilet yerleşebilir. Hem bazen olur ki; birtek kelime, birtek tesbih, öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Saadet-i ebediyede Rahim-i Mutlak’ın nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine birtek virde mukabil vereceği sevaba çok muhtacız.
Elhasıl: Ayine temiz olmalı.
Niyet-i halise olmalı.
Şeffafiyet olmalı.
En önemlisi “Veraset-i Ahmediye ile ism-i azam zıllıne mazhar bir mü’min, kendi kabiliyeti itibariyle kemiyetçe bir Nebinin feyzi kadar sevap alıyor denilse hilâf-ı hakikat olamaz.
Veraset-i Ahmediye, Velâyet-i Kübra, Veraset-i Nübüvvet vazifesini bu zamanda yapan Risale-i Nur’un şahsı manevisinin içinde olmak elzemdir.