"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Nazmiye Demirel’in ardından

NURDAN NİLGÜN ÖZEL
13 Haziran 2013, Perşembe
“30 Mayıs Perşembe” Isparta’nın İslamköyündeyiz. Türkiye’nin dört bir yanından akın eden insanlar, sabahın erken saatlerinden itibaren sessiz sedasız akmaya başladı İslamköy’e.
Süleyman Demirel Külliyesinin geniş avlusu dalga dalga büyüyen böyle bir kalabalığı ilk defa ağırlıyor olmalı. Güller diyarı Isparta’nın namına yakışır birbirinden güzel kokulu, pembe gül ağaçlarıyla donanmış külliyenin bahçesi... Allah’ın lütfu bereketi yeşillik içinde sade, gösterişsiz bir peyzajla düzenlenmiş. Isparta’ya birkaç kere gelmeme rağmen İslamköy’e ilk gelişim. Baharın bütün güzelliklerini gören gözlere sunan, insana ancak huzur veren bu manzarada, külliyenin avlusunda aralıksız okunan Kur’ân tilâveti kalabalığın uğultusunu bastırıyor. İslamköy böylesi bir kalabalığı ağırlarken alabildiğine sessiz ve mahzun. Yıllar önce bu beldeden uğurladıkları Türkiye’nin en önemli hanımefendisi olan, Hacı Mesut Şener’in kızı Nazmiye Demirel doğduğu topraklara son kez geldi. Kendisini seven, ama gönülden seven bu kalabalık, onu ebedî âleme uğurlamak ve bu son görevi yerine getirmek için akın etti İslamköy’e.
 Ölümünden itibaren basında çıkan yazılarda hemen herkesin okuduğu gibi; sağcısı solcusu, dindarı ateisti, A partisi B partisi toplumun her kesiminden ve farklı görüşlerinden Türkiye insanının ortak görüşü şudur: Nazmiye Demirel yaşadıkları fırtınalı ve badirelerle dolu siyaset hayatında ölünceye kadar eşinin yanında, ona tam destek olmuş, ama hep bir adım gerisinde durmayı bilmiş, bu memleketin gelmiş geçmiş en hanımefendi “first lady”‘si olmuştur.
 Bu yazıyı kaleme alırken zaten söylenegelmiş ve halkta kabul gören bu tesbitleri tekrarlamak değil amacım. 1979’da tanıştığım ve kesintisiz çok uzun süre içinde geçen bir zaman diliminde tanıdığım Nazmiye Demirel’e bir vefa, bir gönül borcudur bu.
 1977 seçimlerinde zamanın Adalet Partisi Genel Başkanı olan sayın Süleyman Demirel’in siyaset yoldaşı olan eşimle hayatımı birleştirdikten sonra başlayan bir tanışıklık...
Külliyenin bahçesindeki pembe gülleri ve öğle namazını bekleyen cenazeyi dalgın izleyen gözlerim, kulaklarımı dolduran o güzel Kur’ân-ı Kerîm’in nidası, içim buruk... Musalla taşına bakarken ister istemez aklımdan geçen kendi ölümüm. “Kim bilir, nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak taht misali o musalla taşında.”
Bu kadar kalabalığı ve seveni olan bir cemaati toplayan cesaret abidesi “hatun kişinin” namazına niyet ediliyor. Uzun ve çileli bir yolculuğun son durağı... Alaküllihal... “Her nefis ölümü tadacaktır!” Bu manzarayı izlerken aklıma üşüşen bir sürü hatıra. Çok eski tanıdıklar, uzun zamandır görmediğim eski dostlar.. Rahmetlinin birinci derece yakını olan kız kardeşinin çocukları, erkek kardeşlerinin eşleri, onların genç kızları, yeğenler, kuzenler... Onlarla göz göze gelip selâmlaşırken dolu dolu gözlerle herkesin içinden o eski hatıralar geçiyordu eminim. Tek tek taziyede bulunuyorum, onlarla eski günleri yad edip birkaç kelâm ediyoruz; ama beynimin içi boşalmış gibi. Kendim oradayım; ama aklım çok başka yerlerde.
Evliliğimin ilk ayları düğünümüze yolladığı tebrik telgrafına teşekkür edip tanışmak için Güniz Sokağa ilk gidişim. Eşime nazlanıyorum: “Lütfen sen de gel, beni yalnız bırakma.” “Yok “ diyor eşim kesin bir dille, “Randevu sana verildi, ikinci kat hanımefendinin mahremidir. Oraya görevlinin dışında hiçbir erkek ziyaretçi çıkmaz. O katta sadece hanımlar kabul edilir. Ancak bayram ziyaretlerinde o kata eşlerle kabul yapılır.” Böylece bu kuralı da ilk günlerimizde öğrenmiş oldum. Verilen randevudan 10 dakika önce başbakanın evinin önündeyim. Kapının önündeki polis noktasında koruma polisleri beni içeri alıyor. Bahçe kapısından geçip siyah ferforje demirli evin cümle kapısına girerken, başbakanın uzun yıllar özel koruma sorumlusu olan, ailenin bir ferdine dönüşmüş, pala bıyıklı “Hayri Baba” beni rahatlatan bir güler yüzlülükle içeriye buyur ediyor ve ikinci kata çıkan merdivenleri gösterip bana eşlik etmiyor. Henüz çok gencim. On sekiz yaşın acemiliği, ürkekliğiyle, biraz da heyecanla ayaklarım titreyerek çıkıyorum ikinci kata. Tıpkı onun gibi, doğup büyüdüğüm küçük memleketimden yabancı olduğum başşehre getirmiş kader beni. Bir o kadar da yabancısı olduğum, gözümde büyüyen protokol dünyasına hiçbir aşinalığım yok. Az sonra ülkenin başkanının hanımefendisinin karşısındayım. Şimdi ben söyleyeceğim, ne konuşacağım... İçeride kimler var? Ya çok kalabalıksa? Her halde 10-15 dakikalık bir  kabul olur. Selâmetle o dakikaları bir atlatsam başka da bir şey istemeyeceğim. Biraz loş olan antreye girer girmez karşımda bir vestiyer, üzerinde Demirel’in meşhur fötr şapkası asılı duruyor. Sağa sola bakınıyorum. Bir hizmetli, bir görevli hiç kimse yok. Sağ tarafıma açılan geniş bir salon... Durup dikilmektense salona doğru yürüyorum. Etrafımı incelemeye başlıyorum. Sakin, huzur veren, şatafattan uzak genişçe bir ev salonu. “iyi de bir Allah’ın kulu da mı olmaz?” Salon “L” şeklinde sağa doğru bir uzantısı var. Eskilerin salon-salomanjesi. Göremediğim o bölümden bir gazete hışırtısı duyar gibi oldum. Yerler halı kaplı, ayak sesimin duyulmadığı belli. Çaresiz cesaretimi toplayıp geldiğimi duyurmak için ses veriyorum: “Merhabalar.” Kapanan gazete sayfasının hışırtısıyla yan bölümden hemen karşıma çıkıyor. Dimdik, (benim şimdiki yaşlarımda olmalı) güzel bir endam... Üzerinde düz siyah zarif bir elbise, boynunda kısa boyda bir sıra inci. Çocukluğumdan beri gazete resimlerinden tanıdığım Nazmiye Demirel capcanlı karşımda duruyor. “Aa..”  diyor, “geldin mi?” Benim heyecanım son raddesinde, elini uzatıyor tokalaşmak saygısızlık geliyor, uzanıp elini öpüyorum. Hiç beklemediğim bir sıcaklıkla beni yanaklarımdan öpüyor. Sonra iki eliyle ellerimi avuçlarında tutuyor. Tam bir şaşkınlık içindeyim. Her zaman hatırlayacağım ağdalı, tane tane, biraz da Isparta şivesine kaçan kelimelerin üzerine basa basa konuşan üslûbuyla “Gel bakalım.. Bizim Recep’in eşi sen misin? Nerden buldu Recep seni... Gel anlat hele..” diye başlayan bir konuşma.
Gurbete yeni çıkmış, iki aylık evli, geldiğim bu yeni memleketin her şeyine yabancı olan ben, karşımda başbakanın hanımı olduğunu, bütün protokol kurallarını unutturan sıcacık o ilk tanışmada bir anne şefkatiyle karşılaşıyorum. Nasıl mest olmam böyle bir karşılamaya! İlk çekingenliğimi bir tarafa bırakan ve konuşmayı seven ben, başlıyorum bülbül gibi şakımaya. O soruyor, ben anlatıyorum. O ölçülü kahkahasıyla benim söylediklerime gülüyor, ben de gülüyorum. O gün orada tanıdığım bir hanımefendi daha var. Nazmiye Hanım’ın kuzeni ve sayın Demirel’in de akrabası olan Gülten Çelik. Küçükesat’ta oturan ve Güniz Sokağa çok yakın olan Gülten abla her fırsatta ve her ihtiyaç anında Hızır gibi yetişen Nazmiye Hanım’ın sağ kolu ve onun en sevgili kuzeni. En az Nazmiye Hanım kadar müstesna bir şahsiyet, ‘Allah ona uzun ömürler versin.’ Ve üç kişi arasında dönen sohbetle iki saat  gibi  bir  zamanın   nasıl  geçtiğini  anlamıyoruz. Çalışan hizmetlinin bugün izinli olduğunu söylüyor. O hizmetli köşke çıkıncaya kadar yanlarından ayrılmayan İsmail efendi. Sonraki yıllar içinde çok iyi ahbap olduğumuz, eşimi çok sevdiği için beni de çok sevdiğini, nedense de takdir ettiğini söyleyen temiz bir Anadolu insanı. Çok kalabalık ziyaretlerde hanımlara çay servisi yaparken pasta tabağını önüme koyup “Yenge sana torpilli pasta veriyorum ha” diye yavaşça fısıldayan muzip bir insan. 1987’de siyasî yasakların kalkması için yapılan referandumu organize edip il il Türkiye’yi gezen eşimin bastırdığı tişörtleri benden isterken “Yenge Recep Bey’i yakalamak mümkün değil, zaten ondan isteyemem utanırım, ne olur bana bir tişört getirsen?” dediğinde, isteğini kırmayıp ona getirdiğim üç-dört tişörte minnetle defalarca teşekkür eden saf bir Anadolu insanı. İşte bu insan konutta yıllar boyunca Nazmiye Hanım’ın misafirlerini ağırlayan tek yardımcı. Rahmetli Nazmiye Hanım yemeklerini kendi pişiren ve mutfağına kimseyi sokmayan mükemmel bir aşçıydı. Fırında pişirdiği pastırmalı böreği nefis olurdu. Kandil günlerine denk geldiğimde ikram edilen mis gibi tereyağı kokan irmik helvasının tadını unutmam mümkün değil. Cenazeden sonra verilen yemekte o tereyağlı irmik helvası önüme gelince gözlerim doldu.
Baba toprağına, ana kucağına defnedilen Nazmiye Hanımın helvasını yemek de nasipmiş meğer.
Güniz Sokaktan ayrılmak istemediği halde şartlar gereği Cumhurbaşkanlığı Köşküne çıkınca sevgili eşine, hiçbir zaman kıyamadığı Demirel’ine, köşkün birden fazla görevli aşçılarına bile bırakmadığı, elleriyle sarıp pişirdiği o meşhur yaprak sarmasını yediren bir First Lady’ydi O. Ruhu şad olsun. Türkiye şartlarında en genç yaşta Devlet Su İşleri Genel Müdürü olan eşinin peşine takılarak başlayan hayat serüveninde Amerika günleri vardı. ”İlk evlendiğimizde rahmetli kayınbabam bu evde gelinim olsun, onu evin içinde dolanırken görmek istiyorum dedi, ben de onu kıramadım kaldım, onun gönlü oldu. Daha sonra yine onun gönlü ve rızasıyla Amerika’ya Demirel’in yanına gittim” diye anlatırdı. Böylesine fedakâr, vefakâr bir Anadolu gelini. Kim olduğunu ve nerden geldiğini unutmamak… Makam ve mevkinin en üstlerini zirveye kadar basamak basamak çıkan bir tırmanışta ve hayatın hiçbir deminde nereden geldiğini unutmamak… Yükselişin baş döndüren sarhoşluğuna kapılmayan, darbelerle alaşağı edildiklerinde korku ve zillete düşmek şöyle dursun, zulme ve haksızlığa eyvallah etmeyen bir yürek taşımak. Ben o Nazmiye Demirel’i tanıdım, buzdağının görünmeyen yanını. Onun gözlerinde bir kez korkuyu gördüm. Hatırladıkça hâlâ acı verir. İhtilâl olmuş, bir subay eşliğinde Demirel’in Güniz Sokaktan alınıp Zincirbozan’a götürüldüğü an. O tarihli Hürriyet gazetesinin boydan boya ilk sayfasına koyduğu resmi hatırlayanlarınız var mı bilmem. Sırtında desenli sıradan bir ev elbisesi, üzerinde kolsuz yün bir yelekle, Güniz Sokaktaki evin defalarca çıktığım kırmızı halılı merdivenlerinde ellerini tutmuş vedalaşan eşine öyle bir bakışı vardı ki... Sanki o son bakışmış, sanki onu bir daha göremeyecekmiş gibi. Ağlamaktan gözlerinin şiştiği hiçbir rötuşla gizlenemeyecek kadar net acı dolu bir bakış.
İhtilâlin buz gibi estirdiği soğuk hava ve korkunun dağları sardığı o yıllarda, devrik başbakanın evini ziyaret eden ayaklar birdenbire kesiliverdi. Daha önceki tarihlerde yazdığım bir hatıratta da bahsetmiştim. İşte o günlerde Güniz Sokağı ziyaret eden kişiler bir elin parmakları kadar sayılıydı. Tabiî bu ziyaretleri yapanlar çoğunlukla siyasilerin bayan eşleriydi. Amaç yalnız kalan hanımefendiye moral ve manevî destek vermek. Bu süre zarfında her gün bir okul gibi gittiğim o tarihî ziyaretlerde bir daha hiç gözü yaşlı ve bitkin bir Nazmiye Demirel görmedim. Hemen hemen her gün öğleden sonra aynı saatlerde gerçekleştirdiğimiz buluşmada bizi karşılayan şık, bakımlı ve dimdik ayakta duran, hadiseleri son derece olağanmış gibi değerlendiren devrik başbakan eşiydi artık. Her zaman oturduğu koltuğa otururken sanki ucunda oturur gibi naif dururdu. Koltuğa gömülürcesine rahat bir pozisyonda asla oturmazdı. Her an alt kattan çıkarak (çok kez şahit olduğum) ”Nazmiye ben geldim” diyen Demirel’i karşılamaya hazır, tetikte bir duruştu onunki. O zaman da aynı saatlerde yılların alışkanlığıyla belki de o seslenişi beklerdi. Ama gelin görün ki Demirel’siz o hüzünlü günlerinde içinde fırtınalar kopsa da yüzü hep sakin limandı. Bizler de o limana öylesine sığınırdık ki, gariptir bizi teselli eden o olurdu. Basının en ağır sansürlere boyun eğdiği günlerde o salonda oturan eski bakan ve milletvekili eşlerine ihtilâle direnen bir Yeni Asya gazetesinin varlığını tanıttığı günü unutmam mümkün değil.
Bir kadında fevkalâde önemsediğim bir meziyet vardır. Nerede susup, nerede konuşması gerektiğini bilmek! Fıtrat gereği kaç kadın bunu başarabilir bilemiyorum, ama bir lider, bir siyasetçi eşi olarak gördüğüm en güzel örnek Nazmiye Demirel’dir. Yıllar geçip köprülerin altından çok sular aktıktan ve altı kere gidip yedinci kez bu ülkenin başbakanı olarak gelmek suretiyle deyim yerindeyse “imkânsızı gerçekleştirdiklerinde” tavizsiz karakteriyle bir kere bile köşkte yapılan protokol dâvetlerine adım atmamıştır. Kenan Evren’in hiçbir resmî dâvetine katılmamayı tercih etmiştir. Gelene ağam gidene paşam dememek… Şartlar neyi getirirse getirsin omurgalı olabilmek, tavır ve çizgisinden taviz vermemek bu olsa gerek.
Baş başa yaptığımız bazı sohbetlerde Bediüzzaman’dan bahis açıldığı olmuştu. 1930’lu yıllarda Bediüzzaman Hazretlerinin Isparta ve Barla’da ikamet ettiği dönemde kendisine hizmet etmek amacıyla tahsis edilen araba İslamköy’de hali vakti yerinde olan Nazmiye Demirel’in babası merhum tüccar Hacı Mesut Şener tarafından sağlanmıştı.
“Çocukken akranlarımla Eğirdir Gölü’nde yüzmeye giderdik. Bir defasında göl kenarından arabayla geçen Bediüzzaman arabayı durdurup camı açtı, onu birkaç defa yakından gördüm. Benimle birlikte oradaki kız çocukları ‘Eyvah, acaba göle girdiğimizi görünce bize kızar mı?’ diye tedirgin olmuştuk ki bize gülerek el sallayıp geçti. Çocukluğumdaki bu hatırayı hiç unutmam” diye anlatır ve şöyle derdi: “O zamanki çocuk aklımızla bir cami hocası zannettiğimiz o zat meğer çok büyük bir İslâm âlimi olan Bediüzzaman Hazretleriymiş.”
Aklıma geldikçe beni gülümseten bir anekdot var ki onu da anlatmadan geçemeyeceğim. Bir gün yine hanımefendiyi  ziyaretteyim. Mutat  her ay kendisinin verdiği randevuyla olurdu bu ziyaretler. Yine bir öğleden sonra kış günü Güniz Sokağa gittim ki, ikinci kattaki salon hınca hınç dolu. Köşede oturacak bir yer zor buldum. Salonun içi hanımların kabul günü gibi kalabalık. Hepsi de her zaman gördüğüm belli kişiler değil, aksine hiç tanımadığım yabancı simalar. Yanlış hatırlamıyorsam Millî Eğitim Bakanlığı’nın bir şûrâsının akabinde eğitim camiasında görevli 20-25 bayan eğitimcinin randevu taleplerini kabul etmiş. Topluca bir ziyaret gerçekleşiyor. Herkes bir şeyler anlatıyor. Konu çokça eğitim üzerine. Çaylar  geldi. İkram her zamanki gibi kusursuz. Sohbet koyulaşıyor. Grup öğretmen camiası olduğu için meslekî taleplerini dile getiriyorlar. Ben dinleyiciyim. Derken gündemdeki haberler konuşulmaya başlandı. Yıl 1989. Tam o günlerde Romanya’nın komünist devlet başkanı Çavuşesku ve eşi halkın gerçekleştirdiği bir ayaklanmayla devrilmiş ve infaz edilmişti. Malûm Çavuşesku uzun yıllar halkına zulmetmiş zalim bir diktatör. Elbette sonu bütün diktatörlerin uğradığı bir sondu. Bütün dünya medyasında olduğu gibi bizdeki gazete ve televizyonlar da bu diktatör ve karısının infaz resimlerini yayınlıyor. İbret-i âlem bir durum. Salonda bulunan her bayan bu sonun kaçınılmaz olduğunu bildiren görüşlerini dile getiriyor. Bir ara sarışın bir bayan söz aldı. Kendisini tanımıyorum. Hararetli sayılacak bir ses tonuyla “Efendim, ben medyanın yaptığı bu haberlerden son derece rahatsız oldum. Kurşunlanarak öldürülmüş bir devlet adamının ve eşinin bu görüntülerini vahşet olarak değerlendiriyorum. Nasıl ki Adnan Menderes’in darağacındaki idamı insanlık adına utanç vericiyse bu da öyle bir vahşettir.” Sözleri salona bomba gibi düştü. Bu bayan muhtemelen eğitimciydi, hümanist olduğunu mu göstermek istedi, ya da marjinal olmak gibi bir saplantı içinde miydi bilemiyorum. Bu mantığı anlamak çok zor. Bakışlarını salondaki herkesin üzerinde gezdirdi, içini boşaltmış olmanın rahatlığıyla arkasına yaslandı. Tabiî herkes şaşkın, bu da nereden çıktı der gibi birbirine bakıyor. Biraz uzun süren bir suskunluk. Bu suskunluk tokat gibi bir cevaptı aslında. O salonda bulunan herkes ne fikren, ne ruhen onaylamadıklarını belli eden soğuk bakışlarla hiçbir şey söylemeden gereken cevabı vermişlerdi. Nazmiye Hanıma baktım. Duygularını dışa vuran bir ifade göstermedi. Yüzünde istihzalı hafif bir gülümseme. Malûm o kalabalık misafir grubunun ev sahibesi. O da bütün misafirlerine hızlıca bir göz gezdirdi. O ara bakışlarımız karşılaştı. “Sen bu işe ne diyorsun” der gibi bir bakış ya da ben öyle yorumladım kendimce. Onun olgun sabrına karşı benim susmayı beceremeyen sabırsızlığıma pay çıkardığım bir mesaj diyelim. Dayanamayarak sessizliği bozdum, “Hanım efendi” dedim. “Gerçek bir demokrasi şehidi olan, Müslüman, merhum Menderes’le insan bile sayılamayacak, yıllar boyu kendi halkının kanını emen zalim bir diktatörü aynı kefeye koymanız kabul edilebilir birşey olabilir mi? Peygamberimiz (asm) küfür devam eder, ama zulüm sonsuz olamaz, zulmün bir sonu vardır buyuruyor. Şimdi kalkıp insanlık tarihine büyük zalim olarak geçecek Çavuşesku’ya acıyacağız öyle mi? Beşer zulmeder, kader adalet edermiş.. Nedense sizi rahatsız eden o görüntülerde benim kılım bile kıpırdamadı. Sizce ben insanlığımı mı yitirdim? Bence bu adaletin ta kendisi de ondan.”
Bütün bakışlar üzerimde. Malûm o yıllar AKP furyası gibi görüntülere pek rastlanmıyor. Çünkü salondaki tek tesettürlü bayanım. Nazmiye Demirel’in yüzünde memnun bir gülümseme. Meraklı, ama takdir eden bakışlarla beni süzüyor. Nazmiye Hanım herkese hitaben:
“Efendim tanımıyorsunuz tabiî, söyleyeyim. Bu hanım Nilgün… İstanbul Milletvekilimiz Recep Özel’in eşi. Bizim Recep mühendis. Nilgün de müftülükte din görevlisidir.” Bu sözleri söylerken muzipçe bana göz kırpması.. Arkasından hafif gevrek keyifli bir gülüş.
Nazmiye Hanım’ın bu sözlerle konuyu bağlaması salondaki gergin havayı anında yumuşattı. Ama gayet iyi hatırlıyorum. Gruptan ilk kalkan hanım, izin isteyerek tokalaşıp ayrılan o sarışın bayandı. Ve giderken benim elimi de sıkmamıştı.
 Eveet. Yazdıkça hatırlıyorum, hatırladıkça duygulanıyorum. Darbelerin ve haksızlığa uğramanın çektirdiği sıkıntılara şahit olan o salonda ne günlerimiz geçmiş. Güniz Sokağın ikinci katındaki o mekânın duvarları ne tarihî konuşmalara şahitlik etti kim bilir. Ama böyle şimdi hatırladıkça gülümseten, matrak olduğu için biraz da eğlendiren anılar gibi, bir dâvâya gönül veren insanların ve azmin zaferiyle çok güzel anlar da yaşanmıştı o mekânda.
Bir zamanlar Türkiye sevdalısı bir misyonun gelip geçtiği bir semboldür Güniz Sokak.
Karşıdan bakılınca rahat, lüks ve biraz da keyif ortamı gibi algılanabilen makamlarda geçen bir ömür. Ama sırça köşkte, seçtiğiniz değil, size konulan sınırlarda yaşamak zorunda kalınan bir hayat. Yılmaz Özdil, Nazmiye Hanım’ın vefat haberi ile ilgili yazdığı yazıda eşiyle birlikte yaşamaya mecbur olduğu sıkıntı dolu yılları kastederek “O yaşadı mı ki, şimdi ölsün” diyor.
Evet, o yaşadı! Doğrudur. Belki kendi seçimlerini, yapmak istediği pek çok şeyi yapamadan yaşadı. Kaderin ona programladığı, kendisine verilen ömrü itirazsız ve kadere gösterilen iman teslimiyetiyle bir gün bile şikâyet etmeden yaşadı. Bulunduğu ortamın, zaman zaman tahammül edilmez sıkıcılığını kıvrak zekâsı ve esprileriyle eğlenceye dönüştürebilmeyi becererek yaşadı. İnandıkları için yaşadı. Yaşadıklarına inanmadığı için hiçbir dönem ümitsizliğe ve yeise prim vermeden yaşadı. Son zamanlarında yakalandığı hastalığı da dahil, hayatı boyunca çektiği sıkıntılara inat son demine kadar mücadele ederek yaşadı.
Dört yıl önce hastaneye yatmadan Güniz Sokakta onu son görüşüm oldu. Hastalığı yavaş yavaş nüksediyordu. İlâçların tesiri ile uyuşmuş, alabildiğine sessiz hali bana öylesine dokundu ki… Ellerini tuttum. Önüne eğilip: “Efendim, ben Nilgün. Recep’in hanımı. Recep’in de size çok saygıları var” dediğimde gözlerime bakmadan, tek bir noktaya bakarak sessizce “Sen de Recep’e selâm söyle” derken eskilerden birşeyleri yakalayarak mı dedi, bilemiyorum.
Ama bildiğim birşey var. Ben onu gerçekten çok sevmişim. Bir dönem içinde olduğumuz siyasî hareketteki liderimizin eşi olduğu için, saygıyla birlikte gelişen sembolik,  geçici bir sevgi değil bu. Çok genç yaşımda tanıdığım bu müstesna insanın kişiliğindeki güzelliklere hayranlık duyduğum bir sevgi! Sekiz yıl boyunca günden güne eriyerek çektiği ıztıraplı hastalıkla son bulan hayatında ümit ve temenni ediyorum ki Rabbinin huzuruna tertemiz gitmiş olsun.
Güller diyarı Isparta’dan çıkıp, yine o topraklara geri dönen Türkiye’nin aziz hanımefendisi… Bundan böyle kabrin nur, mekânın yine o çok sevdiğin gül bahçeleri içindeki Cennet olsun inşallah.
Okunma Sayısı: 10425
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Halil uslu

    13.6.2013 00:00:00

    Hayatınızın en güzel yazısını yazmışsın.Seni ve seni bunlara vesile kılan Recep Özel beyi bütün kalbimle tebrik ediyorum.Beni ağlattınız...
    Sn.Demirelin dediği gibi (Nazmiye hanım Türkiye’yi cenazede birleştirdi) bu ifade bugün için çok önemli .Ruhu şad olsun.HU

  • seyfeddin kamil

    13.6.2013 00:00:00

    kabri nurlarla aydınlansın, mekanı cennet olsun. inşaallah. ne mutlu ona, demokratların annesine.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı