İstanbul’un fethinin 568. senesini idrak ediyoruz şükür.
Kur’ân-ı Kerîm’de zımnen, Peygamberimizin de (asm), cehren ifade ettiği güzel belde İstanbul’un fethi şükür, Sultan 2. Mehmed ve askerlerine nâsib olmuştu. Dolayısıyla da, yine Resûlullah (asm) lisânından medhedilen ordu ve asker olma unvanları da, o şehid ve gazilere nâsib olmuştu.
Fethin peşinden, hemen hızla cami şekline döndürülen Ayasofya’da üç gün sonra ilk Cum’a namazı, bugünkü tarih olan 568 sene evvel 1 Haziran’da Akşemseddin Hazretleri’nin imâmetinde kılınmıştı. Ve böylece asırların kilisesi, Fethin de mânevî sembolü olarak camiye tebdil edilmişti.
Ve Peygamber (asm) müjdesine mazhar olan velî Padişah Sultan Mehmed Han, sanki ileride deccallerin, şeddatların ona musallat olacağını tahmin etmişçesine veya kalbine hutur etmişçesine, Ayasofya vakfiyesi ile beraber, meşhur bedduâsını da yapmıştı.
Fatih ve ondan sonra gelen padişahların ekserisinin Cum’a selâmlığı, umumiyetle Ayasofya’da yapılagelmiştir. Diğer başka dinî merasimlerin v.s. çoğunda da Ayasofya en önde gelmekteydi. Asrın Kur’ân tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatı’nda da, Üstad Bediüzzaman Said Nursî, verdiği misallerin çoğunda da (aslî hüviyetinin değiştirilmesinden sonra da) “Ayasofya Camii” ismini zikretmiştir.
Bu kadar hususiyeti, ehemmiyeti ve kıymeti olan Ayasofya Camii’ni, hâin İngiliz ve Yunan İstanbul’un işgaliyle beraber, tekrar kiliseye çevirme plânı yapmış, işgal sırasında, şöyle bir tecrübe sadedinde, din ve dine müteallik şeylerin ucundan dokunmaya çalışmışlar. Ama karşılarında, başta Said Nursî olmak üzere, milletin ekserisinden infiali görünce, bunun zor olacağını, belki de imkânsız olacağını hissedip ondan vazgeçmişler. Ve şeytânî fikirleriyle, bu işi, milletin kendi içinden birilerine tatbik ettirme plânlarını devreye koymuşlardır.
Ve Ayasofya’nın cami olmasından 481 sene sonra, cami hüviyetinden çıkartılıp, ne Muhammed’e (asm) ve ne de İsa’ya (as) yaramayan, ne idüğü belirsiz bir şekle çevrilmiştir. Milletin despotizmden, despotizmin korkusundan inim inim inlediği o ceberrut devirde, bir anda yapılan bu işe, ses çıkartacak hâli de kalmamıştır.
Ama bu milletin mayasının İslam olduğunun müdafiilerinden, başta Bediüzzaman Hazretleri olmak üzere, bir çok fedâi-i İslâm, bu işe razı olmamış çeşitli şekillerde bu işe itiraz edip, infiallerini gösterip, karşı çıkmışlardır. Bu yolda, bu sevda uğrunda hapisler, zindanlar, sürgünler bile yapılmıştır. Çok şeyler yazılmış, çizilmiş, şiirler serdedilmişti. Benim de âcizane, 19-20 yaş içinde yazmış olduğum “Fetih ve Fatih” destanında (https://www.yeniasya.com. tr/osman-zengin/isgalin-degil-fethin-567-senesi_520975) ve bir iki müstâkil şekilde de Ayasofya’yı dile getirdiğim şiir ve makalelerim olmuştu.
Senelerin hasreti Ayasofya’nın aslî hüviyetine kavuşturma işine, ilk defa rahmetli Menderes el atmış. Fakat, Yunan canibinden gelen, “Bakın, o işe teşebbüs ederseniz, biz de bir belgeyi âleme ilân ederiz!” tehdidinden sonra, yumuşak karın meselesinden dolayı, Menderes’in teşebbüsü âkim kalmış. Fakat devam eden senelerde, fırsatı yakalayan, Süleyman Demirel’in 1980’deki azınlık hükümeti, Ayasofya’da ilk Kur’ân tilâveti ve ilk ezan ile Hünkâr Mahfili’nde ilk Cum’a namazı kılınmıştı. Peşinden gelen 12 Eylül 1980 ihtilâli, dindarları kafa-kola aldığı bir iki icraata rağmen, din düşmanlıklarını, densizliklerini gösterip, bu dinî faaliyetlere, hemen son vermiştir. Daha sonra, 1991’de Yıldırım Akbulut’un Başbakanlığı’nda, bir kısmında ibadet edilebildi, ama o da bir komployla akîm kaldı.
Tabiî, Ayasofya hasreti hiç dinmedi, dindirilemedi. Teşebbüsler hiç bitmiyordu. AKP iktidara geldiğinde, ümidleri birden parlayanlar oldu. Hattâ, Demirel’in “bir iktidar hükümet olunca, ilk yüz gün içerisinde ne yaparsa yaptı” sözünü hatırlayanlar, bu işi birinci plâna alır zannettiler, ama maalesef olmadı. Olmadığı gibi, “bizim Ayasofya diye bir derdimiz yoktur” beyanatları da yapıldı.
Ama, hakikî mânâdaki “ durmak yok, yola devam” diyen bu kahramanlar, bu işin peşini bırakmaya pek niyetli değildi. AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte cesaretleri artan Ayasofya sevdalılarından, Bursa’da ikamet eden emekli öğretmen İsmail Kandemir isimli bir muhterem şahsın, evvelâ Bursa İdâre Mahkemesi’ne, sonra Danıştay’a dâvâ açması, reddedilmesi üzerine ve o safahat devam ederken, Erdoğan’ın; “Siz hele önce Sultanahmed Camii’ni bir doldurun bakalım” sözlerine rağmen yılmayıp devam ederek, neticede Danıştay’ın kararı üzerine, 2020 tarihinde, 86 sene kapalı kalmasından sonra, (kısmen suretlerin gösterilmesi olsa da) aslî hüviyetine kavuşuyor.
Danıştay, İsmail Kandemir’in, “Sürekli Vakıflar Tarihî Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği”nin açtığı dâvâ üzerine, Ayasofya’nın camiye çevrilmesine karar vermiştir.
Yani açılmasına karar veren, kimseye bağlı olmayan Danıştay’dır. Ondan sonra, Cumhurbaşkanı da, bu kararın peşinden, Ayasofya’nın, Diyanet İşleri Başkanlığı’na devrini ve ibadete açılmasını ihtiva eden, Cumhurbaşkanlığı Kararı’nı imzalamıştır.
Bu mübarek işte, kim ne söyleyip yazdıysa, açılması yolunda her türlü eza ve cefaya katlandıysa, açılmasında gayret gösterdiyse, Allah, hepsinden razı olsun.
Ve senelerce milletin ensesinde boza pişiren despot ve cebbar zihniyetin, Ayasofya’ya vurduğu zincir böylece kırılmıştır. Hem de, Kemalistlerin, neredeyse “Atatürk olmasaydı, siz Ayasofya’yı açamazdınız!” gibi, kargaları bile güldürecek hezeyanları arasında açılmıştır.
Evet, Ayasofya açıldı da ne oldu? Kıyamet mi koptu? Bakın şimdi, ortada böyle bir mes’elede kalmadı, böyle bir dert de...
TÂZİYE: 70’li senelerin Yeni Asya bayram vs. ilânlarında Suudi Arabistan’dan verilen ilândaki şu isimler hafızamda yer yapmıştı. “Bekir Berk, Hamiddin Aşan, Aleaddin Köseoğlu ve Kasım Ali Güngör” bunlardan, üçü ile vicahen tanışırken, bir tek Aleaddin Ağabey ile tanışamamıştım. O da 30 Mayıs 2021 tarihinde, terhis tezkeresini imzaladı.
Allah rahmet eylesin.