Her vücuda gelmiş işin, maddî varlığın, manevî kuvvet ve neticelerin bir mazisi, geçmişi, plânı, programı ve yapılan çalışmaları, denemeleri, tahmin ve teorileri vardır. Muhakkak olmalıdır da…
Rabbimiz yarattığı, yaptığı her şeyi bizim için bir tecrübe, bir ders olarak yine bizlere sunuyor, takdim ediyor, ihsan ve ikrâm ediyor.
Hayatı vermiş, hayata lâzım olan her türlü levazımatı, gerekenleri, lüzum eden her şeyi de vermiş. Bunları da verirken bir vahdet, imtizaç/uygunluk içerisinde vermiş. Birbirine yardım eden birbirinin işine mani olmayan ve bir birliktelik içerisinde yaratmış, vermiş.
Her yaratılanın vücud bulması için illâ ki Cenab-ı Hâkk’ın tevhid, vahdaniyet ve ehadiyet isimlerinin cilvelerine, tesir ve hükümlerine mazhariyetleri şart olmuş, mecbur kılınmıştır. Ama her şey vücud bulduğu eşyada bir birlik, beraberlik içerisinde, uyumlu olarak birbirlerini tamamlayan ve kuvvet veren, kuvvet alıp, kuvvet veren bir tarzda hareket ve vücud kabiliyetine sahip kılınmıştır.
Tabir-i caiz ise yaratılmış ve akıl verilmemiş her şeyde öyle bir mükemmel vahdet ve tevhid mühürleri, damgaları, şifreleri vurulmuş konulmuş ki; bir iğne ucu kadar boşluk ve müdahale kargaşası, çalışmama ve işlememe aksaklığı yoktur.
Yalnız zaif ve nakıs, ama mükemmel olan insan da Yaratanını tanımama, isyan ve itaatsizlikte bulunma anlarında, zamanlarında aklını bir şey zannederek ve kabul ederek o iğne ucu kadar boşluğun olmadığı yaratılış kanunlarına ve yaratılmış her şeye burnunu, fikrini sokmuştur. Ve akıllı olduğu halde akıllanmayarak sokmaya da devam etmektedir.
İnsana yakışan; kâinattaki birliği, vahdeti, beraberliği kendisine örnek alarak hem Yaratıcısıyla, hem yaratılmışlarla, hem de mü’min, muvahhid insanlarla imtizaçkârane bir ve beraber olmak, olmalıdır.