Bir sonbahar mevsimiydi.
Bir cami penceresinden dışarıyı tefekkür ederken takılmıştı gözlerime. Dalındaydı henüz. Sararmıştı. Sağına soluna bakıp duruyordu. Bir telâşı vardı sanki. Dalından düşmek için bahaneler arıyor gibiydi. Mevsim sonbahardı. Soğukça esintiler vardı dışarıda. Bir yaprağın düşüş öyküsüydü bütün kelimeler, kurgular. Sanki bütün gözler onun üzerindeydi.
Ben, camın arkasında sıcak mekândan dışarıdaki gelişmeleri izlerken içimde birden bir titreme meydana gelmişti. Kendimi dışarının havasında bulup duygu olarak üşümüştüm.
Bir esinti, zaten zor tutunan yaprağı sarsmıştı. Güneş, mevsim, esinti her şey bir gidişten haber veriyordu. Yaprak dalında, ben içeride titriyordum. Böyle durumlarda üşümemek için sıcak bir mekânda olmak yeterli değildi.
Dalda salınıp duran yaprak değil de bendim sanki. O an zar zor tutunurken dalına, hayata bir şeylerin seni alıp gitmesini istiyorsun. Bu yaşta bunu gerçekten istiyor, ‘tamam artık’ noktasında oluyorsun. İşte o zaman çevrenizde her şey size aynı şeyden bahsediyor. Mevsim gereği kimse garipsemiyor bu düşüşü. Düşünce, önce ‘Kaç yaşındaydı?’ diye soruyorlar. Mevsimi merak ediyorlar. Sonra da ‘Ehh mevsim sonbahar’ deyip, başlarını sallıyorlar. Oysa her yaprak sonbaharda düşmüyordu. Yaprağın ömrü, ağacın ömrüne bağlı değildi.
Zihnim bu düşüncelerle boğuşurken, gözüm dışarıdaki sarı yaprakta idi. Tam o esnada camide yanı başımdaki safta oturan ‘saf komşum’, şöyle bir dürtüp beni, ‘Beyefendi, renginiz sarardı-soldu, size ne oldu?’ diyordu. Meğerse namaz başlamış, biz farklı dünyalara, hülyalara dalmışız. Kolay değildi, dünyadan bir yaprak düşüyordu.
Sonuç mu, o beni de sarsan son esintide sarı yaprak dalından düşmüştü. Kıyameti kopmuştu. Aslında dönmek için bu kopuş şarttı. Önce toprak yaprak olmuştu, şimdi yeniden yaprak toprağa dönüyordu.
Evet, şöyle bir görünüvermek, üzerindeki nakışlarını gösterivermek ve sonra geçip gitmekti abarttığımız hayat denen şey. Daldan düşeni izlerken, dalından düşüyor olmak ne garipti değil mi?