Evet, ‘Küsmenin haklısı haksızı mı olur?’ dediğinizi duyar gibiyim. Haklı küsmekler de haksız küsmekler de sonucu değiştirmiyor.
Neticede küsmek, küsmektir.
‘Şu durumlarda küsebilirsiniz, şu durumlarda küsemezsiniz’ diye bir şey yok.
Küsmenin küçüğü büyüğü olmaz.
Dinin konu ile ilgili koyduğu hüküm esastır.
“Üç günden fazla mü’min mü’mine küs kalamaz.”
Bütün mesele bu.
Böyle bir hüküm varsa, aslolan odur. Onun dışındakiler, lâf-ü güzaftır.
Evet, küsseniz bile, üç günü geçirmeyin.
Tabiî küsmemek demek de, samimiyet düzeyini arttırmak anlamına gelmiyor. Mesafe koymamız gereken durumları, samimiyet düzeyini gözden geçirmemiz gereken vaziyetleri elbette dikkate alacağız.
Görüşmelerimiz iyi netice vermiyorsa, gidip gelmelerimiz dostluğu pekiştirmiyorsa, hatta günlük hayatta karşılaşmalarımız güne iyi gelmiyorsa,—selâmı sabahı kesmeden—seyrek görüşme yolu denenebilecektir. Ama bu küsmek anlamına gelmeyecektir. Çünkü küsmek, önce küseni rahatsız eder. Küsmek bir duygu kirlenmesidir, iç bozulmadır.
**
Kabul etmeliyiz ki, pek çok küsmelerimiz haksız yeredir.
Birisinden bir şey duyuyoruz; doğruluğunu, yanlışlığını araştırmadan hemen taraf oluyoruz. Oysa araştırmadan, incelemeden, sorup soruşturmadan oluşan önyargılarla verilen kararlar ve oluşan kanaatler insanı insanla karşı karşıya getiriyor.
Elbette böyle bir durum, insanın insana zulmü oluyor.
Durum kurumsal olarak da yaşanıyor.
Şehirlerde dinlemiş olduğumuz o kadar çok ve bir o kadar da anlamsız küsme hikâyeleri var ki, şaşkınlık verici. “Bu kadar olamaz” dediğimiz pek çok örnekle karşılaşıyoruz. Ama hakikaten de oluyor.
Hatta çoğu zaman küsmek için bahane aranıyor. Kendi dünyasındaki olumsuzlukları karşısındaki insana yüklüyor ve küsüyor.
Oysa insana düşen, karşısındaki insan ya da kuruma kendisinden kaynaklanan bir eksiklik, bir aksaklık olup olmadığına bakmaktır. Ama kabul edelim ki, insan hemen karar veriveriyor ve nefsine taraf olarak adım atıyor.
Kötü olan ise, insanın kendini kusursuz kabul etmesidir.
İnsan hatta kendi başına gelen haksız muameleler karşısında, ‘ne kusur ettim ki başıma bunlar geldi’ diyerek, nefsinde kusur araması makbul olandır.
Evet, insan, duygu taşıyor.
Etkileniyor, etkiliyor.
Duygu hayata rengini veriyor.
Ama o rengi de duyguya, iman veriyor.
Şöyle bir soru sorsanız: Küs olduğunuz, konuşmadığınız bir kimse var mı? Neden? diye.
İnanın o kadar çok küsme, o kadar çok kırma, kırılma öyküleri vardır ki.
Aslında kabul edelim ki, onların büyük çoğunluğu da anlamsız, yersiz, haksız küsmekler, kırılmaklardır.
Gelin görün ki kimsecikler kendisini haksız görmez.
Birisi ile küslüğü olmuş birisine sorun bakalım, ‘Kim haksız?’ diye. Göreceksiniz, mutlaka kendisini haklı çıkaracaktır.
Hâliyle kendini haklı görene, ne anlatabilirsiniz.
Kendi nefsini avukat gibi savunana ne iletebilirsiniz.
En güzel şey, nefsini kusurlu görebilmektir.
Biliniyor ki, kusurunu görememek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur.
Küsmeklerimizin çoğunda kendi ihmallerimiz vardır.
Zaten kendimiz atmamız gereken adımları atmışsak, kendimizin—vicdanen—kusursuz olduğunu düşünüyorsak, adaletsiz davranmadığımızı düşünüyorsak, o zaman zaten daha kolay adım atarız.
‘Haklı olan insaflı olur’ gereği, kendisinden bir kusur olmadığını düşünen kişi, bunun bir imtihan olduğunu idrak etmek durumundadır. Burada önemli olan kişinin kendi imtihanında başarılı olmasıdır.
Sizde bir problem yoksa, zaten küs olmanızın da anlamı yoktur.