Bediüzzaman’ın ifadesiyle bunlar “sadîk-ı ahmak” olup, tevhid bayrağını Risale-i Nur’un taşıdığını göremediler. Bu gerçeğe Üstad:
“Tahribatçı ehl-i bid’a iki kısımdır: Bir kısmı, güya din hesabına, İslâmiyete sadakat namına, güya dini milliyetle takviye etmek için ‘Zaafa düşmüş din şecere-i nuraniyesini milliyet toprağında dikmek, kuvvetleştirmek istiyoruz’ diye dine taraftar vaziyeti gösteriyorlar.
“İkinci kısım, millet namına, milliyet hesabına, unsuriyete kuvvet vermek fikrine binaen ‘Milleti, İslâmiyetle aşılamak istiyoruz’ diye bid’aları icad ediyorlar.” şeklinde işaret eder.
Yani Bediüzzaman’ın; diğer yollar denenip, sonunda Risale-i Nur’a gelineceği anlamındaki tespitleri yaşanmaktadır ve meselelere başka çare de gösterilemiyor.
“Halbuki din nuranîdir, onu kendi cevheriyle nemalandırmak veya ona onun şartlarıyla hizmet etmek gerekir. Allah (cc) kimsenin aklına, metoduna, gücüne ve kuvvetine –hâşâ– muhtaç değildir. Dinin metotları kendine hastır, himayeye ihtiyacı yoktur ve bilakis herkes dinin himayesine muhtaçtır.” deyince itiraz edenlerden biri, “Risale-i Nur ne demektir?” diye sordu. Ben de, Risale-i Nur’un tanımlarından biri olan tahkikî imanı kazandırmasını ve tam ihlâs dersleri vermesini hatırlattım. Bu defa da: “Bizim imanımız taklidî mi ve ihlâsımız yok mu ki?” diye sordu. Bunun üzerine: “İmanın tahkikî olmasının neticesi böyle olmasa gerek.” deyince, itirazını devam ettirmedi. Ben de: “Bu gençler işte bu ihmaller sebebiyle ateist ve deist oluyorlar.” demek durumunda kaldım. Hatta Üstad Hazretlerinin, küçük yaşta terbiye-i imaniye ve diniye almayan bir çocuğun sonraki yıllarda bunu almasının gayet zor olacağı şeklindeki tespitini hatırlattım.
Siyasî sloganlarla bu işin olmadığını esasında herkes gördü. İlahiyatçılar bile bu konularda sıkıntı çekiyorlarsa, esas problem bugünkü eğitim sisteminden kaynaklanıyor demektir. Yani ‘ne’ ve ‘nasıl’ gibi tasvir-i müddeaya münhasır iki terime insanımızı mahkûm edip; ‘neden’ine, yani ispat cihetine gidilmemiş veya buna cesaret edilememiştir. İşte onun içindir ki Üstad Bediüzzaman: “Tasvir ve tezyin-i müddea zihnimizi işba etmiyor. Bürhan isteriz” diyor.
Peki bu mesele Risale-i Nur’da nasıl hallediliyor? Yeni bir tanımla: “Risale-i Nur bir tevhid deryasıdır. Bir tek damlası veya cümlesi dahi bu müşkilin halline kâfidir.” deyip, kendilerine Bediüzzaman’ın, kâinat kitabından ders alınması icap ettiği manasına gelen tespitlerini de hatırlatıp, bunların izahını talep ettim. İlahiyatçı dostum bana: “Ben o konuları tam kavrayamadım.” diye cevap verdi. Sonra onlara: “Sizi tenzih ederim ancak; Bediüzzaman’ın beyanlarını anlamaktan zorlanıp, bir de bilgiçlik taslayanlar var! Aslında işe bu tür bilimcilerden başlamak lazımdır” dedim. “Demek yanlış olan eğitim sistemiyle siz de biz de mağdur edilip gençliğin kafası ezberle boğulmuş.”
Halbuki Bediüzzaman asrın başında, “Manevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum” (Tarihçe-i Hayat, s. 644) dediği halde, rejimin hışmından korkulduğu için ona kulak asılamamıştır. Hiç olmazsa bu günlerde bu işe el atılabilse…