Bilindiği gibi, normalinde, hiçbir akl-ı selim Allah’ı (cc) inkar edemez.
Fakat mesele sıfatlarına, sınırsız ve şeriksiz tasarrufâtına gelince, daha doğrusu marifetullahın derinliklerine inip zirvelerine çıktıkça, müessir-i hakiki mevzusu, dar akıllarca tam anlaşılamayıp, zamanla bazı dökülmeler olmuştur. Adeta Efendimiz’in (asm), Miraçtan döndüğünde yaşadıklarını anlatınca rasyonaliteyi esas alanların, imandan çıkması gibi.
Zira, bu terazi bukadar ağır sıkleti çekmiyor, basiret ve feraset lazım. Benzeri akılcılık hastalığı
daha sonraki asırlarda da nükzedip, Cenabı Allah’ın kudretinin sonsuzluğunun ve müessir-i hakiki olduğunun anlaşılmasına mani olmuş. O devrin İslam filozoflarının, Batı filozoflarından aldıkları meş’um fikirlerle küfre düştüklerini, o asrın müceddidi İmam Gazali, üç meselede ikaz ve isbat
ederek uğursuz fikirlerini çürütmüştür. Hatta onların şahsında münkir felsefesinin de belini kırmıştır. Onun için ehli dalalet İmam Gazali’ye çok düşmandır. İşte onları küfre düşüren bazı meseleler
şunlardır:
1- Allah’ın (cc) cüz’iyatı (haşa) bilmeme iddiası.
2-Âlemin bekâsı
3-Haşr-i cismani meseleleri gibi.
Bu gibi iddialar o gün çürütüldüğü için felsefe, belini asırlarca doğrultamamış, insanlık, on dokuzuncu asra kadar rahat etmiş. Fakat sanayi devrimiyle birlikte, bilim ve tabiatı putlaştıranlarla yeni felsefi akımlar hortlamış, bunların karşısında ise, bozdukları kitaplarda birşey bulamayan muharref dinler kalmıştır. Ve o dalaletin mimarları bu dalalet asrını aydınlanma çağı ilan etmişler, fakat hevesleri kursaklarında kalmış. Bu sefer de karşılarında, son müceddid Bediüzzaman’ı bulmuşlardır. Bediüzzaman da o meseleler başta olmak üzere bütün inkâr edilen imanî meselelerde, ta kıyamete kadar dirilmeyecek şekilde öyle ispatlar ortaya koymuş ki, küfrü yerle yeksan etmiş ve onlara meydan okumuştur.
Gerçekten Bediüzzaman’ın en mukni şekilde izah ve isnatları küfrün belini kırdığı için, bu hadise millet nezdinde de makes bularak kendisine ittifakla “Bediüzzaman” yani, zamanın harikası, eşsiz dehası ünvanı verilmiştir.
Şimdi bu tarihî gerçeğe ve isbat sadedinde birkaç meseleye kısaca temas edelim.
1-Cüz’iyat meselesinde, 30. Sözde ene, zerre ve hüve nüktesindeki hava zerrelerinin, her meselede nasıl istihdam edildiği ve zerrâtın lisanı haliyle tevhidi ilanı, münkirleri şaşkına çevirmiştir. Bediüzzaman “Her bir zerre, Sani-i Hakim’in kanun-u kader ve kalem-i kudretinden çıkan harekete memur birer noktadır” (30 Söz, İkinci Maksat, İkinci Nokta) der. Aslında fizikçilere göre nokta ve zerrenin anlamlı bir tanımı olmayıp “Kalemin kağıt üzerindeki en küçük işaretidir” gibi, katibi hesaba katmayan o tanımla, tanımı dahi adileştirmişler. Yani nasıl o nokta kaleme değil katibe verilmesi gerekirse, elma armut da, ağaç denen oduna değil, o ağacın yaratıcısına verilmesi gerekirdi. İşte Bediüzzaman’ın bu tanımını gören bir fizik profesörü, bu tanıma hayran kalıp, tekrar tekrar okumuştur. Zira nokta bir kağıttaki işaretten ibaret olmadığı gibi, insan ve kainat dahi hücre ve zerre denen noktalardan müteşekkildir. Bediüzzaman da, onların herbirinin birer memur-u İlahi olduğunu anlatmıştır. Ayet’ül Kübra’daki, “Kainattan Halıkını soran seyyah”ın müşahedelerine bakılmasını hararetle tavsiye ederim.
2-Âlemin bekâsı meselesinde “Herşey helak olucu, ancak Allah’a bakan yüzü hariç” (Kasas 28) ayet-i celilesinin tefsirini yapan Bediüzzaman, kıyametin kopmasının muktedirlerini ve Allah (cc) için bir şeyi var ve yok etmesinin onun kudretine ağır gelmeyeceğinin isbat ve izahlarını yapmıştır. Ezcümle Üstat dört meseleden birincisinde “Nasıl kıyamet ve haşre muktazi var ve haşri getirecek fail dahi muktedirdir. Öyle de şu dünyanın kıyamet ve haşre kabiliyeti vardır.” (29. Söz, İkinci Maksat)
—Devamı haftaya—