İnsan veya insaniyet kelimelerinin fıtrî manalarının ‘İslâmiyet’ ile eş anlamlı olduğunu Bediüzzaman’dan okuyoruz.
Kur’ân’ı zamanımızın anlayışına göre tefsir ederken; (insaniyet-i kübra olan İslâmiyet) tabirini kullanıyor. Kur’ân ve hadiste; beşerî bütünüyle kucaklayan kitapların başında ‘Ey insanlar!’ ifadesi insaniyetle İslâmiyetin müteradif manalarının Kur’ânî olduğunu gösteriyor.
İnsana veya insaniyete düşman olan unsurların hepsini burada saymamız mümkün değildir… Fizyolojik, biyolojik veya psikolojik düşmanlarını farklı kategorilerde yüzlerce cümle ile belirtebiliriz. İnsanı, yaratılış ciheti ile kardeşleri olan cansızlardan, bitki ve hayvanlardan ayıran farklarını tahrip etmekle, onu insan olmaktan çıkaran hastalıklar, düşmanlar veya arızalar üzerinde, insaniyepervertler eserlerinde ve çalışmalarında mütemadiyen duruyorlar. Biz burada; Bediüzzaman’ın 1909’dan vefatı olan 1960’a kadar, eserlerinde ‘en büyük düşman’ olarak nitelediği cehaletin, insanlığımızı yok etmek üzere giriştiği kalkışmadan bahsedeceğiz. Bazı eserlerinde, insaniyetimize kasd eden bu hastalık veya düşmanları,’nesh-i insaniyete’ teşebbüsleriyle de anlatan Bediüzzaman; bilhassa kendisinde bir şey vehmeden zamanın teknolojik imkânlarıyla başı dönmüş ve her şeyini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalmış ‘zamanımızın insanını’ şiddetle ikaz ediyor.
AVRUPA’DA İNSANİYET İLİM İLE İNKİŞAF EDİYOR
Devlet-i Aliye’nin inkıraza yüz tuttuğu ve emperyalist düşmanlarımızın canavarlaşıp ağızlarını açtıkları bir dönemde, dehşete kapılmış Osmanlıyı, Bediüzzaman iki nokta ile teselli ediyor: Biri, insaniyetin inkişafı… Diğeri ise ‘hubb-u insaniyet’(insan sevgisi)... Ortaçağın barbarlıklarından, skolastik bataklıklarından ve dehşetli zulüm dağlarından geçerek gelen Avrupa’da, insanlığın inkişaf süreci fevkalâde incelenmeye değer bir mevzudur. Sünûhat isimli eserinde; Batı’daki devletçiklerin Asya’daki koca devletleri esaretlerine nasıl aldığını izah ederken, daha çok buradaki insaniyetin maddî boyutuyla inkişafını nazara veriyor. Fakat bilhassa İkinci Dünya Savaşından sonraki mektup ve eserlerinde, Avrupa’daki insaniyetin ve bir bütün halindeki inkişafını nazara veriyor. Mazisi vahşet ve zulüm ile dolu milletlerin; mazlûm Asya ülkelerine hürriyetlerde, hukukta, demokraside, idare ve teknolojide nasıl yardımcı olmaya çalıştıklarını görüyoruz. Ehl-i kitap olan Avrupa içinde ‘ehl-i mektebin’ öne geçiş sürecini incelediğimizde de Avrupa’nın cehaletle topyekûn bir savaşa giriştiğini görüyoruz. Nüfusu sekiz milyon olan bir İsveç’teki gazete, kitap, dergi, kütüphane sayıları ile ve okuma oranlarını Türkiye ile karşılaştırdığımızda ülkenin cehalet canavarının pençesindeki dehşetli halini daha iyi müşahede ediyoruz.
Avrupa’da ve bilhassa İskandinavya’da insan hayatına verilen önemi, insanın kazandığı kıymeti, medeniyetin imkânlarıyla insana hizmetkâr oluşunu seyrettiğimizde, Kur’ân’ın; ahsen-i takvimde ele aldığı, bir kişinin hakkının bütün insanlığa feda edilmeyeceği prensibini, masum bir insanı haksız yere öldürenin bütün insanlığı öldürdüğü düsturunu İslâm diyarlarından önce buralara tebliğ edildiği duygusunu insana veriyor. Bediüzzaman'ın, 1945’lerde Türkiye’yi idare edenlere yazdığı, İsveç, Norveç ve Finlandiya’yı Kur’ân’a ittiba etmede geri kalmamalarını tavsiye ettiği hakikati bugün daha iyi hissediyoruz.
Çok ilginçtir ki cehaletin, azgın canavarlara çevirdiği İslâm ülkelerindeki müstebit idarecilerden kaçan milyonlarca Müslüman; dünün emperyalist ve zalim Avrupa’sının himayesine kaçıyorlar. Avrupa’nın bu değişimi ile yaptığı; insanların yeme, içme ve kuşamdan önce ‘okumayı ve öğrenmeyi’ esas aldıklarını hepimiz biliyoruz. Kemalizm’in “Bir Türk dünyaya bedeldir” diye vecizeleştirdiği sözünün, Avrupa’da bir insan dünyaya bedeldir yansımasını gördükçe, okumanın ve ilmin batıyı ulaştırdığı seviyenin mahiyetini tekrar düşünüyoruz.
CEHALET, TÜRKİYE’Yİ KAYBOLMA ANAFORUNA DOĞRU İTİYOR
Ümitsiz değilim. Bizimki yalnızca bir durum tesbiti. Hipnotik aletlerle çok zararlı ‘bağımlılıklarla’ başı dertte olan bir toplumu konuşuyoruz. Beş yüz kelimelik bir makaleden alabileceği bir bilgiyi üç beş saat boyunca sosyal medya ve ekranlarda arayan ve neticede hem hafızası hem muhakeme ve aklı iflâs eden milyonların yaşadığı bir cemiyetteki dehşetli ‘cehalet’ hastalığından bahsediyoruz. Medyanın, siyasetin ve ekonomi sihirbazlarının telkinleriyle fikir ve bilgisi olmadığı meselelerde saatlerce çene çalabilenlerin çoğunluğu elde ettiği bir diyardaki cehaletin bizim için nasıl öldürücü bir hal aldığını artık konuşmamız lâzım değil mi?
Önce teşhis... Hastalığımızı öğrenmemiz lâzım. Sonra ilâçlarımız ve tedavi sürecimiz uzun zaman alacaktır. Belki de uzunca iyileştirme seansları, fakat bir yerden başlamamız gerekiyor. Avrupalı bir siyasetçi piyasaya çıkan sahasıyla ilgili bütün kitapları mutlaka okuyor. Gazetelerdeki uzunca makaleleri inceleyerek tasnif ediyor. Aynı zamanda ticarî ve siyasî ilişkisi olduğu ülkelerle ilgili siyasî yayınları da takip ediyor. Onların uzun süren yemek seansları yoktur. Yıl boyunca üç haftayı asan tatilleri yoktur. Uykuları beş saati geçmez. Çoğunun televizyonla irtibatları da yoktur. Vazifeliler filtre edilmiş bilgi, görüntü ve belgeleri masalarına hazırlarlar. Onları, ellerinde devamlı okuyacakları bir şeyle takip edersiniz. Bize göre belki de okuma delisidirler. Ve sekiz milyonluk bir toplum yetmiş milyonluk bir toplumun imkânlarından daha çok imkâna sahiptirler. Onlar okuyarak düşünmeyi, düşünerek konuşmayı ve konuşarak toplumsal barışa muvaffak olmuşlardır. Çok ilginçtir ki bu prensiplerin hepsini uzun, dolambaçlı ve dolaylı yollardan Kur’ân’dan almışlardır. Toplum düzeyinde bize göre insanlıkları o kadar da tehlikede değildirler. Ya bizde… Milletvekillerimizin ve siyasî parti temsilcilerimizin, günlük okumalarını Avrupalıların haftalık okumalarıyla karşılaştıramazsınız. Okumayan, okumayı sevmeyen idarecilerimizin arkasında yürüyen halimizi varın siz düşünün.