AB içindeki Müslümanların ve bilhassa Almanya’daki dinî cemaatlerin siyasî idarelere olan şikâyetlerini, az çok basından takip ediyoruz.
Samimiyetsizlik, dinî temel hakların verilmeyişi, devlet katındaki taraflı uygulamalar, İslâmiyet’in diğer semavî dinlerle aynı seviyede kabul görmemesi ve daha birçok şikâyetler. Hem AB idarecilerini ve hem de Almanya’daki devlet temsilcilerini dinlediğimizde, karşı şikâyetin daha çok bir mesele etrafında temerküz ettiğini görüyoruz: Demokrasi, demokratikleşme ve anayasalara bağlılık…
Ne dinî cemaatlerimizin buradaki idarecilere şikâyetleri ve ne de oradaki mercilerin Müslümanlardan istekleri, yazımızın konusu değiller. Fakat bir hususun mutlaka kabul edilmesi gerektiğinin altını çizelim. Avrupa’da demokrasi ve şeffaflığın inkişafı noktasında, dinî cemaatlerimiz de kendi kural ve kaidelerini şahs-ı manevîlerinin meclislerinde belirleyip, bu çevrede demokratikleşmeye ayak uydurmak zorundalar.
Cemaatler, cemaatin her ferdini temsil edecek biçimde kendisini teçhiz etmeye mecbur kalacaklar. Artık “taraftar cemaat” formatından çıkılıp, cemaatin bütün renk ve bilgilerinden haberdar ve gerekirse kefil bir mahiyetle ortaya çıkma döneminin Avrupa’da başladığını, yetkililer net bir şekilde göstermeye koyuldular.
Bu sürecin başlayacağını on beş-yirmi sene önce bazı yazılarımızda işlemiştik. Fakat Ortadoğu merkezli ve Müslüman kökenli insanlarla Neoconların “terörü” Avrupa’ya karşı kullanmasıyla, bu sürecin hızlandığını görüyoruz. Camiye girip çıkan her cemaati ve sokakta İslâm’ı temsil iddiasındaki her ferdi, yetkililer asıl kimliğiyle tanımak istiyorlar ve şeffaf bir şekilde onu takip etmek istiyorlar. Zira bilhassa Amerika ve İngiltere merkezli terör organizasyonları, AB yetkililerini haklı olarak bu tedbire yöneltmiş durumdadırlar. Buradaki engeli az çok biliyoruz: Bilhassa Türkiye ve Arabistan orjinli cemaatler, demokratikleşmeyi (Meşveret-i Şeriyyeyi) henüz Kur’an ve sünnetten öğrenemediklerinden, şimdilik ayak sürüyorlar. Belki de demokratikleşmenin varlıklarına zarar vereceğini, kendilerini dağıtacaklarından korkuyorlar. Cemiyet ve cemaatlerini belli fertlerin etrafında tutma gayreti, merkezîleşerek şahs-ı manevîlerini koruma refleksi ve her yerde “en çok güvenilen koruyucu ve kurtarıcı” heyetlerin teşkili ve cemaat idarelerinin bunlara münhasır bırakılması; söz konusu korkunun tezahürü olsa gerek.
Dinî cemaatlerimiz Asr-ı Saadeti bu hususta incelemiş olsalardı, bugünkü tutumlarının ne kadar yanlış olduğunu, oradaki doğrularla öğreneceklerdi. 19. yıldaki merkezî Avrupa hürriyet hareketlerinin Asr-ı Saadet’ten ışık aldıklarını ve buradaki hürriyetperver demokratların dolaylı bir şekilde İslâmiyet’ten istifade ile meşrutî demokrasileri kurduklarını görecekler. Zaten; maksatları yalnızca Allah rızası için dinlerinin gereklerini yerine getirmek üzere kendilerini ve çocuklarını yetiştirmeye, dinî vecibelerini şu toplumda rahatça tatbik için idarecilerle makul diyaloglarda bulunmaktan başka niyetleri olmadıklarından, işlerinin demokratikleşmeden de kolay olacağını bilemiyorlar. Özünde rekabetin, makam-mansıp kapışmasının, dünya menfaatinin ve siyasî gayenin olmadığı cemaatin kendi içindeki meşveretinden, hem AB yetkililerinin ve hem de içinde yaşadığı devletin yetkililerinin hoşuna gideceğini bu vesile ile öğrenmiş olacaklar.
Prens Bismarck’ın başlattığı “anayasal çerçeve içinde demokratikleşme ve sosyalleşme” hareketinin Kur’ân’dan alındığını öğrenmek durumunda olan dinî cemaat temsilcilerini, önemli ev ödevleri beklediğini de haber verelim. Asr-ı Saadet’teki şûrânın teşekkülünü, işleyişini; danışma murakabe ve yargı biçimini mütehassıs ulemamızdan öğrenip Avrupa demokratları karşısında üç sıfır öne geçerek, onlara manevî danışman olacaklarını hesaplayarak derslerine olağandışı bir gayretle çalışmak durumundalar.
Bu yazdıklarımı hayâl ve fantezi telakkî edenlere şu gerçeği tekrar hatırlatalım: İslâmiyet’in serapa bir barış dinî olduğunu, hakiki bir Müslümanın asla teröre bulaşmayacağını, Kur’an’ın en önemli bir hak-hürriyetler, adalet ve demokrasi kitabı olduğunu müşevveş Avrupalılara anlatmak istiyorsanız, başka tercihinizin olmadığını şimdiden söyleyelim. Hem korkunun ecele faydası olmuyor. Avrupa’nın demokratikleşmesi insanlığın faydasına ise, bu kadar vahşet ve zulüm dolu bir geçmişe rağmen, İslâm ülkelerinde zulme uğrayan milyonlar bu kıtaya kaçıyorlarsa ve AB idarecileri de “İslâmiyet bir parçamızdır” hakikatini itiraf ediyorlarsa; hem Avrupa’daki dinî cemaatlerimiz ve hem de “siyasal İslâmcılığın oyuncağı” durumuna düşmüş Türkiye’deki bazı cemaatlerimiz, demokratikleşme için gerekli hazırlıklara başlamak zorundalar. Zira vakit geçiyor…