Bu konuyu daha önceki zamanlarda da yazmıştık.
Tekrara düştüğümün farkındayım. Gel gör ki insanın bozulması ve öz değerlerinden uzaklaşması, ister istemez bizi bu mevzuya sürüklüyor.
Bir taraftan “medenilikten” bahis ediyoruz; bırakalım insan haklarını, hayvan, bitki, ağaç ve bütün tabiattaki varlıkların hukukundan dem vuruyor ve hatta aktiviteler oluşturuyoruz. Mesele; inancı gereği bazen on sekiz saate kadar yemeyen- içmeyen, bütün duygu ve uzuvlarını “güzellikte” kullanan ve insanlığa yardım etmeyi yeniden keşfetmeye çalışan Müslümanın tuttuğu orucu- hiç, ama hiç- nazara almak istemeyen ve onlara hürmet etmeyen bir toplulukta yaşamak; insanî tarafımızı yaralıyor, kanatıyor ve bize elem veriyor.
Bediüzzaman Hazretleri Şeair-i İslâmiyeyi yazdığı konu çerçevesinde “Ramazan-ı Şerife dair” eserini ele alıyor. İslâm’ın temel ibadetleri noktasından ziyade, şeair, sembol veya “sosyal hayattaki İslâmî simge” olarak işliyor, mevzuyu… Söz konusu “sosyal hayatımızdaki belirleyici semboller veya simgeler” olunca, İslâmiyet’e ve İnsaniyete düşman bazı “derin güçlerin” harekete geçtiğini, hayatımız boyunca müşahede ederek geliyoruz. Bu oruç olduğu gibi, çoğu kez tesettür, ezan, takke-sarık veya yurdumun her hangi bir yerindeki dinî- millî bir töre de olabiliyor. Söz konusu mahfillerin “tesettüre düşmanlıklar şu coğrafyada neredeyse bir asra yaklaştı… Ve Müslümanların Avrupa’da cemaatleşmeleriyle paralel olarak aynı üslûptaki tesettür karşıtlığı orada da hortladı… Çocukluğumdan bu yana, ilkokuldaki Marksist öğretmenimin oruçlu büyüklerimize yaptığı eziyetten ta askerlik ocağındaki bazı din karşıtı subayların tavırlarına kadar… Ramazan-ı Şerif düşmanlığının İslâmiyet karşıtlarında onulmaz bir psikolojik hastalık olduğunu, dindar Erzurumlulara hitap ederken oruca ve oruçluya hakaret eden ihtilâlci başı Evren örneğindeki gibi hep müşahede ederek geliyoruz. Günümüzde, İslâmiyet’in dinsizlerce en fazla tepki çeken “sosyal hayatı alâkadar eden” ibadetlerini sıraladığımızda, mutlaka tesettür ve Ramazan-ı şerif öne çıkarlar… Zira bu iki ibadet, ülkemizde bayrağımız gibi dalgalanarak, Türkiye’mizin Müslüman olduğunu bütün cihana ilân ediyorlar.
Ramazan-ı Şerife saygısızlığı bayrağımızla saygısızlıkla eş değer görmemizi mübalâğa görenler olabilir. Bayrak, milletleri temsil ettiğinden kıymetli olduğunu bilenler “oruca veya oruçlu Müslüman Türk Milletine saygısızlık” olduğunu da bilmeli değiller mi?… Bu millet bin seneyi aşkındır Anadolu’nun taşı- toprağıyla imsak edip iftar etti. Bu zamana, çocuğunun doğum gününden, izdivacının sene-i devriyesinden ve bir çok şahsî mutlu zamanlarından ziyade kıymet verdi. Şayet önceki peygamberler zamanındaki oruçları da hesaba katarsanız, Anadolu, Adem Babamızdan bu yana oruca ve oruçluya saygı göstererek geliyor.
Kemalist-komünist zihniyetinin bidalarla Anadolu geleneğini tahrip ettiği zamandan bu yana, Müslümanlar olarak maalesef sokakta bu sıkıntılarla karşı karşıya kalıyoruz. Din düşmanlıklarını “laiklik” perdesinde saklamaya çalışan münafıkların; “benim orucumdan sana ne!...” bed tavrının insanî olmadığını, söyleyenlerin vicdanları da haykırıyordur. İslâmiyet veya geleneğimiz her kesi oruç tutmaya zorlamıyor, belki oruçlunun yanındaki hareketimizi kontrol ederek ahlâklı ve insanî yaşamamıza dâvet ediyor. Yirmi senenin üzerinde öğretmen olarak Alman arkadaşlarla çalıştığım zamanlarda, günümüz Türkiye’sinin sokaklarındaki kadar rencide olmamıştım. İnsanlıkları inkişaf etmiş bilhassa Hıristiyanlar, oruca saygı çerçevesinde oruçluların yanında, yeme ve içmelerine dikkat ederler. Çoğu kez onlardan müsaade alarak uzakça bir köşede ihtiyaçlarını giderirler. Ramazan-ı Şerif’in Avrupa ve Amerika sosyal hayatlarında gördüğü yüksek ilgi ve alâkadan bahis etmeyeceğim. Yalnızca, dinî her motifi siyasetlerine alet eden AKP’nin, hiç olmazsa yardım ettiği dinî cemaatler aracılığıyla “Oruca ve oruçluya saygı” kampanyasını başlatmasını bir kaç seneden bu yana hatırlattığımız halde, her ne hikmetse hiç alâka görmedi. Halbuki bu kampanyayı hem Amerika Kiliseleri ve hem de Avrupa Kiliseleri bir kaç senedir yürütüyorlar.
Orucun ”insanlığımızı keşfetmede” önemli bir aracı olduğunda bütün semavî dinler ittifak ediyorlar. Sokakta veya trafikte cıgarasını oruçlunun yüzüne tellendirenlerin insanlık boyutlarına yardım sadedinde de olsa, böyle bir kampanyanın “sevgi, bilgi ve tolerans” içinde yapılmasında fayda vardı. Aksi takdirde, bu saygıyı ve orucun hikmetini bilemeyen bazı insanlarımız, “insanlık zeminine” de tutunamayıp aşağıya yuvarlanacaklar. Toplumda insanî değerlerden sıyrılmış, sevgi ve hoşgörüden mahrum ve yalnızca hayvanî ihtiyaçlarının peşinde koşuşturanların sayıları arttıkça, idarenin de o denli güçleşeceğini siyasetçilerimiz inşallah biliyorlardır.