Belki de bu itibari çizgiyi, Bitlis Berlin hattından önce çizmeliydik. Önce cehaletimiz, sonra konuyu ihatadaki aczimiz ve nihayet mevzu Bediüzzaman’ın maddi manevi cihadı etrafında dönünce; Berlin ile Şam arasındaki en önemli irtibatı geciktirdik. Asr-ı Saadeti müteakiben Medinetü’n Nebi’den İslam Âlemi’nin idare ve siyasetini devralan Şam-ı Şerif hakkındaki hadisi şeriflere göz atmadan bu irtibatın önemini açıklamak, elbette güçtür. Gel gör ki; bu mübarek şehrin hem hadisi şeriflerde ve hem de Asr-ı Saadet ve sonrasında kazandığı manayı burada özetlememiz bile mümkün değildir. On binlerce sahabeyi bağrına basmış ve dünyanın yedi kıtasına medeniyeti buradan göndermiş bu şehrin, ahir zaman tarihi ile iç içeliğnden birkaç cümle ile bahse edeceğiz.
Çizginin öbür ucundaki Berlin’in mevzudaki hususiyeti de bir kaç makaleye sığamayacak kadar uzundur. Bir ayağı, Palermo ve Kurtuba Medreselerinden dikkatlice ders almış İskandinavya’da, diğeri Avrupa’yı bir yönüyle temsil eden kutsal Roma’nın omuzundaki Berlin’in bazı özelliklerine, İstanbul ile olan paralelliğindeki tabloda göstermiştik. Avrupa Medeniyetinin maddi boyutunu, hem Endülüs ve Palermo’daki köklerden, hem kuzeyliliğin fıtri kabiliyetlerinden ve hem de dünya medeniyetinin geliştiği coğrafyaya akın eden sermayedar ve dünyayı çok seven milletlerin özel ilgilerinden dolayı Berlin veya kuzey Avrupa’nın ehemmiyetine geçmeden önce, bu çizginin tarihçesine kısaca bakalım.
Tarihin cehalet sisleri içinde kalmış ve yüzyıllarca biri birinin boynuna vurmuş, kargaşa, düşmanlık, fukaralık ve göçlerle dolu Avrupa’daki 19. yüzyıl aydınlanmasını veya maddi terakkisini, aradaki altı asra rağmen yine İslam’a ve Kur’an’a bağlayamayanların yanlışları, bir daha ortaya çıkıyor. Endülüs ve Sicilya’da İslam’ın maddi hâkimiyetini kaybedişinin üzerinden bir asır geçtikten sonra, düşmanlıkların bilimsel takiplere dönüştüğü zamanlarda, Avrupa’nın önemli merkezlerindeki kitap tercümelerinin tarihçesini bilenler, yukardaki iddiamızın bir hakikat olduğunu anlayacaklardır. Günümüz Avrupa’sında, tarihin ve savaşların yıkamadıkları şehirlerdeki kütüphaneleri dolaşanlar ilimde 17. 18. yüzyılda moda haline gelmiş Endülüs ve Palermo’dan yüz binlerce tercümeyi görüyorlar. Mavera’ü-n Nehir veya Bağdat kütüphanelerini yakıp yıkan büyük musibetin Avrupa’nın kültür merkezilerine uğramaması, Avrupa için büyük bir şanstı.
Bu noktayı, İslam Âlemindeki insanlara delil ve kaynaklarıyla göstermenin gayet kolay olduğunu da, bu vesileyle hatırlatmış olalım. Yarım asra yakındır, geçim derdi vesilesiyle batı Avrupa’ya işçi olarak gitmiş insanlarımızın torunlarının; Almanya’da İngiltere’de, Fransa, Belçika, Hollanda, İskandinavya ve Avusturya’da o toplum ve milletlerin fıtri birer ferdi haline geldiklerini biliyoruz. Hatta onlardan bazıları, Türkiye Üniversitelerinde kendilerine sağlanan imkânlarla tahsil görüyorlar. İnşallah bu meselenin önemini idrak eden yetkililerimiz, Avrupa dillerini ana dil olarak konuşan bu gençlerimizden istifade ile, söz konusu eserlerin envanterlerini çıkararak tercümelerinden bizi haberdar ederler. İşte o zaman herkes, Orta çağ Avrupa’sının göbeğinde yakılan hürriyet ateşinin ta Kurtuba’dan kıvılcım aldığına inanacak ve hizmetkârı olması lazım gelen “hürriyet ateşini” Avrupalılar cehaletlerinden, evlerini üç yüz sene boyunca yakacak yangınlara döndürdüklerini göreceklerdir.
Avrupa’nın Endülüs ve Sicilya üzerinden edindiği ilimle, bilhassa 19. yüzyılda sanayi, üretim, şehirleşme ve makinalarda büyük gelişmeler görülürken Kuzey Avrupa’da; düşüncede, sanatta, siyasette, devlet idaresinde ve harp sanatı ve teknolojilerinde de dünya ortalamalarını geride bırak sıçramalar olacaktı. 19. yüzyılın ilk başlarında, bilhassa Fransa’nın ihtilal ile kaoslarda yaşadığı dönemlerde; Avrupa felsefesinin, teknolojisinin, sermayesinin ve siyasetlerinin; daha sakin ve mümbit olan kuzeye kaydığını anlıyoruz: Scandinavia, Danimarka, Almanya ve daha çok kuzeye yakın şehirlerde yeni bir medeniyet teknolojisinin yoğunca oluştuğuna tarih şahit olacaktı. Kuzeye doğru yönelen büyük bilgi, teknoloji ve medeniyet akıntısını yalnızca Vikinglere, Anglosaksonlara, Aşkenazlara ve Sicilya’dan hareketle Alpler’in öte yakasına geçen halklara veremeyiz. Belki de, birçok sebepler çerçevesinde, birçok milletin çaba ve gayretleri ile “düşünce ve şiirin topraklarında” Avrupa medeniyeti serpilip yayılacaktı. O günün münevverlerinin, yetişmiş devlet ricalinin, idareci ve komutanlarının veya birçok feylesofunun söz konusu tercüme edilmiş İslam kaynaklı hazineden haberdar olmamaları mümkün değildi. Jan Jak Rousseau, Goethe ve Tolstoy gibi düşünürlerin İslamiyet ve Hazreti Muhammet sevgileri, elbette menkıbelerden kaynaklanamazdı. Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’i (asm) kaynaklarından derinlemesine okumasaydı, dinsiz muasırlarına meydan okuyabilirler miydi? Yalnızca Bismarck değil, o günün Avrupa’sında Endülüs’e layık birer talebe olmuş yüzlerce aydının olduğunu, inşallah araştırmacılarımız isimleriyle ortaya çıkaracaklardır.
İşte Berlin İslamiyet’ten yoğunca ders almış, yüzünü kısmen de olsa teslisten tevhide çevirmiş binlerce münevverin yaşadığı bir şehir olarak 19. yüzyıldan helâket ve felaket asrı olan 20. yüzyıla doğru yol alıyordu.