Mersin Bozyazı’dan Ferhat Güney: “Sözler’de geçen kanun ile kanunların temsilcilileri (s. 576) olan meleklerin tasarrufu hakkında açıklayıcı bilgiler yapar mısınız?”
Yirmi Dokuzuncu Söz’ün Derinliği
Risale-i Nur’dan 29. Söz, “Melekler ve Cebrail o gece Rablerinin izniyle yeryüzüne inerler.” 1 Âyeti ile “De ki Ruh rabbimin emrindendir.” 2 Âyetlerinin tefsiridir. Kâinatın künhünü okuyan bir bahr-i ummandır. Esasen Risale-i Nur’un her kısmı için bu sıfat kullanılabilir. 29. Söz’ün derinliği ise bir başkadır.
29. Söz, melaikenin ve ruhun bekası, kıyametin vaki olacağı ve haşrin hakikati üzerine yazılmıştır. Her üç mesele de her bir insan için hayatî derecede önem taşıyor.
Melaikenin bekası kâinatla doğrudan alâkalı olması hasebiyle, baki olan ruhun bizzat insan ruhu olması hasebiyle, kıyametin vukuu da kâinatın başına gelecek en dehşetli tecelli bulunması ve bu esnada insan ruhunun nasıl sağ kalacağı gibi soruların üzerinde yoğunlaştığı hayatî dereceli bir takvim olması hasebiyle insan için önemlidir. Haşir ise insanın boynunu büken bir adalet tecellisi olduğu için insanı yakından ilgilendiriyor.
29. Söz’de ispat edilen bir de saadet-i ebediye vardır ki, bu da o dehşetli yıkım, yapım ve adalet sürecinin sonrasında “saadet” gibi sıra dışı bir rahmete susayan insan için hayaller ötesi mükâfatlardan haber veriyor.
Gölgeler ve Gerçekler
Birinci Maksat melaikenin mevcudiyetinin kâinatın varlığı ile ne kadar uyumlu olduğu, meleklerin kâinata ne kadar değer kattığı, kâinatın şu görünen muntazam yapısının melekleri işaret ettiğini dört esasta ispat ediyor.
İkinci Maksad ise ruhun bekasına tahsis edilmiş olmakla beraber, kâinatın şu görünen düzeninin tahrip edileceğini ve kıyametin geleceğini ispat etmekle başlıyor. İlerleyen bölümlerde ebedî saadetin muhakkak geleceği ve gerekçeleri üzerinde duruluyor. İnsan için ölüm olduğu gibi, dünya için de ölümün olacağı ve bu ölümün keyfiyeti, bu ölümden sonra yeni bir âlemin yaratılacağı konusu zihinlere nakşediliyor.
Bilimler perde önü izleyicisidirler. Perde arkasını göremiyorlar. Bu sebeple perde önünün künhünü de çözemiyorlar. Sebeplerden öte geçemiyorlar. Görünen âlemi de, eşyayı da, eşyayı halden hale çeviren kanunları da hakikatiyle izah edemiyorlar.
Gölge oyununu bilirsiniz. Perde arkasında bir oynatıcı vardır. Perdeye figürlerin gölgeleri yansıyor. Seyirciler bu gölgeleri izliyorlar. Perde önündeki gölgeler bütün hareketini perde gerisindeki oynatıcıdan alıyor.
Perde arkasını bilmeden perde önünü doğru anlamak mümkün müdür?
Perdeler ve Kanunlar
Kâinat bir oyun değildir, eyvallah. Fakat kâinatta da bütün iş perde arkasında olup bitiyor. Perde önündeki görüntüler ve görüntülerin zahirde bağlı bulunduğu sebepler, sadece işin ön hikâyesidir. Asıl iş yapan, perde arkasındaki Sanatçıdır. Görünense, Sanatçının sanatıdır.
Bediüzzaman bunu şöyle ifade ediyor: “Şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.” 3
Dinsiz bilim her şeyi sebeplerle açıklamak istemektedir. Oysa etrafımızda, sebepleri aşan o kadar çok şey var ki, bilimler sadece kör bir seyirci kalıyorlar, hiçbir şeyin künhüne vakıf olamıyorlar.
Esasen, maddenin hakikatini keşfetmek için sebepleri yeterli görmek körlüktür. Maneviyatsız bilim kördür ve sağırdır. Bilimin, Sani-i Hakiki’yi, Sani-i Hakikinin sanatını ve Sani-i Hakikinin sanatından sorumlu müekkel melekleri anlamadan, bilmeden eşyayı, maddeyi ve kâinatta olup bitenleri zahir sebepleriyle anlama ve açıklama imkânı yoktur.
Çünkü maneviyatsız bilim, tenteneli perdede kalıyor. Ötesine geçemiyor. Hâlbuki asıl âlem ötelerdedir. Varlıkların künhünü öteler tutuyor. Gerçek şu ki, tenteneli perde ötesinden, Sani-i Hakikî’den gelen emirleri melekler aynen uyguluyorlar. Ortaya böyle bize tentenesi muhteşem gözüken bir kâinat çıkıyor. Biz bu emirlere “kanun” diyoruz. Kanunlar ruhsuz kurallar değil, meleklerin yükümlü oldukları canlı emirlerdir.
DUÂ
Allah’ım! Eşyanın hakikatini göster! Dünyanın ve ahretin hakikatini göster! Rızandan, rahmetinden ve lütfundan mahrum kılma! Âmin.
Dipnotlar:
1- Kadir Sûresi: 4. 2- İsra Sûresi: 85.
3- Sözler, s. 576.