“Önce ben” düsturunun hızla yaygınlaştığı günümüzde kadınlar da erkekler de ilginç bir değişim yaşıyorlar.
Kadınlar belki farkına bile varmadan erkeksileşirken, erkekler de (özellikle çalışma hayatında) rakip olarak gördüğü kadın karşısında ya tahakküm ya da hiçbir konuda sorumluluk almak istememe gibi tavırlara yol açıyor. Bu durum elbette evlilik kurumunu da etkiliyor. Aile yapımız da bu değişimden nasibini alıyor.
Bununla birlikte bazı kavramların karıştırıldığını düşünmüyor da değiliz. Sözgelimi kadının ailesinde ya da içtimaî hayatta yapılan haksızlıklar karşısında hakkını, hukukunu savunması hemen “feminist” etiketinin yapıştırılmasına da sebep olabiliyor… Feminist olmakla kadının tahakkümler karşısında hakkını savunması aynı şey midir? Hakkaniyete çağrı, kendine saygısı olan her insanın yaptığı izzetli bir duruştur. Başkaldırma, isyan, kendini üstün kılmaya çalışma hali ya da feministlik değildir.
Hakkını hukukunu savunan içtimaî hayatta sorumluluk ve vazifelerinin farkında olan bir kadın feminist değildir. Kadının bu konumu aile hayatında böyle olduğu gibi toplum hayatında da aynıdır. Değişmeyen gerçek şudur: Kadın ve erkek birbirini tamamlamak üzere yaradılmışlardır. Rakip görüp güç mücadelesine girmek, “özgürlük” adı altında kimliklerini kaybetme ve aile bağlarını kurban etme anlamına gelir.
ASR-I SAADET MODELİ
Kadın haklarına en güzel örnek Peygamberimizin (asm) hayatıdır. Asr-ı Saadette kadınların ticaretle uğraşmaları, eğitim faaliyetleri içinde yer almaları, savaşta ve barışta toplum hayatında söz sahibi olmaları, ailede duygu ve düşüncelerini rahatlıkla ifade edebilmeleri İslâmın kadına verdiği değerin en güzel tablolarını oluşturur.
Bediüzzaman Hazretleri’nin tabiriyle “terbiye-i medeniye” almış insanların kadınları meta olarak görmesinin, değersizlik ve yetersizlik hissetmelerine yol açacak tavır ve davranışlarda bulunulmasının İslâm dini ile ilgisinin olduğunu söylemek mümkün müdür? Böyle tavırlara muhatap olan kadınların hukuk ve mesuliyet savunması yapması “feminizm” değildir.
İslâmın her alanda kendisine verdiği hakları, vazifeleri, sorumlulukları bilen bir kadın kendini değerli bir kul olarak görür. Bu şuur içinde hareket ile izzet ve vakarını muhafaza eder. Muhatabının hukukuna da riayet eder.
Karşılıklı ciddî hürmet ve muhabbetin çözemeyeceği hiçbir problem yoktur. Yeter ki, Bediüzzaman Hazretleri’nin şu ikazına kulak verelim:
BEDİÜZZAMAN’DAN BİR İKAZ
“Kızlarım, hemşirelerim,
Bu zaman, eski zamana benzemiyor. Terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye, yarım asra yakın hayat-ı içtimaiyemize yerleştiği için, bir erkek bir kadını ebedî bir refika-i hayat ve saadet-i hayat-ı dünyeviyeye medar ve sair günahlardan kendini muhafaza etmek için almak lâzım gelirken; o biçare zaifeyi daim tahakküm altında, yalnız dünyevî, muvakkat gençliğinde sever. Ona verdiği rahatın bazı on misli onu zahmetlere sokar. Eğer şer’an “küfüv” tâbir edilen birbirine denk olmazsa, hukuk-u şer’iye nazara alınmadığından, hayatı daima azap içinde geçer. Kıskançlık da müdahale ederse daha berbat olur.“
(Bediüzzaman Said Nursî, Hanımlar Rehberi)