1980 darbesi ve onun anayasasıyla demokratik refleksleri iyice zayıflatılmış devletin, 1990'lı yılların özellikle ilk yarısında PKK terörüne tepkisi de bu minvalde gelişti.
Sonuç olarak toplumsal huzur bedeline gösterilen bütün o “güvenlikçi reflekse” rağmen, huzurlu bir ortam dahi tesis edilememiş, şehirlerde ve kırsalda PKK saldırıları artmış, PKK nispeten tabanını genişletmişti.
2020’lerden bakınca kapkaranlık görünen 90’lar boyunca, yanlış yönlendirilen devlet aklına karşı göstermesi gerek tepkiyi göstermeyenler, hatta yanında yer alıp Kürtlerin çektiği acıları, PKK şiddeti gerekçesiyle göz ardı edenler bugün ayıplanıyor.
1980'lerde darbe ve anayasasına karşı gösterilmesi gereken tepkiyi, bütün devletçi tezlere, sunulan bütün prestij rüşvetlerine rağmen gösterenler gibi 90’lı yıllarda Kürt kardeşlerine karşı vicdan borcunu yerine getirenler de, mümeyyiz duruşlarının iftiharını yıllar sonra bile yaşıyor ve bir görüş serdettiklerinde, güvenilirlik ve vicdanlarıyla elde ettikleri kredi sayesinde sözleri hala muteber görülüyor.
80 ve 90’lı yıllarda elde ettiği prestiji sürdürmek isteyenlerin önünde bir imtihan var; Güvenlikçi devlet anlayışının, hukuku tesis etmek yerine, rakip gördüklerini elimine etmek için fırsata döndürdüğü bir süreç.
15 Temmuz, üzerine en keskin hükümlerin inşa edildiği, hukukun, hoyratlıkla on binlerin hayatını alt-üst edecek şekilde tatbik edildiği bir hadise olarak karşımızda duruyor. Tıpkı “irtica” halkasını bu ülkenin burnuna geçiren 31 Mart gibi... Üzerine bu denli “kesin” hükümlerin bina edildiği bir olayın ise mahiyeti hakkında her şüphenin de aynı “kesinlikle” ortadan kaldırılmasını bekleriz. Ancak kamuoyunda yer alan istifhamlardan sadece birini zikredersek: TBMM bünyesinde kurulan “15 Temmuzu Araştırma Komisyonu”nun raporu dahi “kayıp(?)”. "İrtica” kavramını gündemimize sokan 31 Mart gibi 15 Temmuz’un da, yıllarca anlaşılamadığı halde, ülkemize ayak bağı olacak yeni kavram ve uygulamaları günlük hayatımıza sokmaması için en küçük bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde aydınlatılması gerekir.
90’lı yıllarda, PKK ile sadece sempatizanlık seviyesinde bir bağ kurduğu ya da hiç kurmadığı halde, insanları sadece Kürt olması üzerinden hedef alıp eziyete dönüşen ve zaman işinde başka kesimleri de mağdur eden genel bir antidemokratik atmosferi ve geleneği oluşturan uygulamalar gibi hakkında “terör örgütü” iddiası olan bir cemaat ile iddiaya konu fiillerin tamamen dışında bir gönül bağı olan, görev alan ya da mezkur cemaate tamamen ilgisiz hatta karşı olduğu halde KHK’lar ile mağdur edilen kişilere yönelik antidemokratik uygulamaların da, zaman içinde eziyete dönüşmemesi ve giderek başka cemaatler, muhalif partiler gibi toplumsal kesimleri de içine alan hukuk dışı alanların oluşmaması için itiraz etmek ise toplumsal görevimizdir.
2020’lerin de zulmetli bir tablo olmasını ve 2040’lara gelindiğinde de o kapkara tabloya ayırt edilemeyecek şekilde ustalıkla uyum sağlamış bir unsur olarak görülmek istemeyenlerin, daha önceki yıllarda gösterdiği insaf ve hakkaniyetle kazandığı prestijle 2040’ta da hâlâ sözünün bir ağırlığı olmasını, 2060'taki torununa da örnek olmasını isteyenlerin bugün yapması gerekenler bellidir: 80’li yıllarda dedemiz ve babalarımızın yaptığı.