İhlâs, kalbî bir ameldir. Kullukta hârika sadâkat ve fevkalâde metanettir. İhlâs, İslâmiyetin bir esâsıdır.
Rıza-i İlâhî cihetinde Kur’ân’ın ders verdiği hükümler ve kudsî hakikatlere ait harekât ve a’mâldir. Hakikat-i ihlâs, rıza-yı İlâhîden başka hiçbir şeye alet ve tâbi olamaz ve Kur’ân’dan başka hiçbir nokta-i istinâdı yoktur. İnsan “İhlâsı kazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı İlâhî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlâhiyeye karışmamalı.”1 Hadis-i şerifin de ifadesiyle insanlar helâkettedir. Ancak âlimler o helâketten kurtulur. Bazen âlimlik de yetmiyor. Kul ilmi ile âmil olması lâzımdır. Âmillik de kâfi değil, muhlis, ihlâslı olunması gerekir. Muhlisler de azîm hatar içine girebilir. Onlara ucb, riya arız olabilir. Hem âlim, hem âmil, hem muhlisler çok yüksek zatlardır. Onun için onlar düştü mü çok kötü düşerler. İhlâs kulesinin başından düşüştür bu vaziyet. Ortada tutunacak yer bulunmaz der Bediüzzaman. Bizim vazifemiz, gayrettir. Muvaffak olsak da olmasak da mesul değiliz. Muvaffakiyet kulun tebliğine dahil değildir. Vazifemizi yapıp vazife-i İlâhiyeye karışmamak sırr-ı ihlâsın gereğidir.
Manevî hizmetlerin gaye-i aslîsi ihlâsa dayanır. Çünkü ihlâs sırrı kulun kalbî niyetlerini Rabbine bağlar ve kul sadece Allah’ın rızasını esas alır. Aslî olan dünyevî gayeler ve siyasî maksatlar ve neticeler sırr-ı ihlâsa münafîdir. Çünkü ihlâs, bir fiili yalnız Allah emrettiği için yapmaktır. İhlâs hakikati öyle bir sırdır ki kâinatta maddî ve manevî bütün gayeleri, neticeleri ve maksatları hedef ittihaz etmemeyi gerektirir. Onun içindir ki cemaatî olan manevî iman ve Kur’ân hizmetleri arzî ve dünyevî mes’eleler olan siyaset, ticaret, hubb-u câh, benlik, gösteriş ve şöhretperestlik olan lüzûmsuz malâyaniyata alet edilemez! Çünkü “İbadetin ruhu, ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.” 2
Sırr-ı ihlâs çok esrarlı bir mesele-i mühimmedir. En az kader ve ene meselesi kadar müşküldür. Kanaatimiz odur ki sırr-ı ihlâs sure-i ihlâsa dayanıyor. Ehadiyet ve samediyet tecellisine bakıyor. Her kulun ivazsız kalbî ameli ehadiyet tecellisinin sırrını taşıyor. Sırr-ı ihlâsta kul, Rabbinden başkasına teveccüh etmiyor ve masivadan tecerrüt sırrıyla da samediyet tecellisine mazhar oluyor. Masivadan tamamen tecerrüt etmekle (bu tecerrüt kalben olmalı), Cenab-ı Hakkın vermiş olduğu nimetlere şükretmek, esma ve sıfat-ı İlâhiyenin tecellisi nazarıyla bakmak, cemal ve kemal-i İlâhiyeyi müşahede etmekle sırr-ı ihlâs yaşanabilir. Sırr-ı ihlâsa mazhar olmak hususan sahabe-i kirama mahsustur. Çünkü onlar nübüvvetin rü’yetine bizzat mazhar olmuşlar. İksir-i nuranî olan Peygamber Efendimizin (asm) sohbetine müşerref olmuşlar. Bir de bu sırra ahirzamanda Nur talebeleri vasıl olabilir. Bu sırr-ı ihlâs hakikati müteselsilen gelmiyor, Sahabe-i Güzin Efendilerimizden naklen intikal ediyor. Çünkü Risale-i Nur Sahabe mesleğinin bir cilvesini taşıyor.
(Devamı Var)
Dipnotlar:
1- Lemalar, s. 230.
2- İşârâtü’l-İ’caz, s. 167.