Öncelikle birinci yazımıza farklı mecralardan gelen yorumlar için teşekkür ederiz. Hakkaniyetle eleştiren herkese müteşekkiriz.
Bazı yorumlar ise yazıda hiç savunmadığımız kişi ve yapıları desteklediğimizi iddia eden ithamlar ve imalar içermekteydi.
Oysa yazımızın amacı, travmalardan beslenen ve refleks hâline gelmiş bir düşünme biçimini teşhis ve teşhir etmekti. Sırf bunun için bu şekilde imalara muhatap olmak aslında eleştirdiğimiz zihnî daralmayı da doğruladı.
Görüyoruz ki, travmatik meselelerde yalnızca düşünme biçimini değiştirmeye davet etmek bile yeterince kışkırtıcı sayılabiliyor.
Geçtiğimiz yıllarda Irak’tan Suriye’ye, Filistin’den Çeçenistan’a, Somali’ye kadar birçok coğrafyada Müslüman halklar büyük yıkımlar ve aşağılanmalar yaşadı:
ABD, İngiltere, Sovyetler/Rusya ve İsrail tarafından bölünmüşlükle, sefaletle, vekâlet savaşlarıyla yüz yüze bırakıldık. Bizi koruduğunu söyleyen, ama aslında büyük çıkarların yerel araçları olan yönetimler tarafından kullanıldık. Arap baharı gibi bölgesel olaylar büyük travmalar bıraktı. Üstelik bazen kendi içimizden güvendiğimiz kişi ve yapılar tarafından da yarı yolda bırakıldık.
Bazılarımız bu kolektif travmayı, tepkiye dayalı bir refleks hâline getirdi. Bu refleks içinde, bizleri ezen rejimlerin günahlarını görmezden gelebilir hâle geldik. Esad rejiminin zulümlerini, Rusya’nın sahaya sürdüğü paralı askerleri ve İran’ın Suriye’de ve Irak’ta mezhepçilik üzerinden kurmaya çalıştığı tahakkümü, sırf ABD ve Batı’ya olan haklı öfkemizden ötürü meşrulaştırma eğilimleri gösterdik.
Soruyoruz: Bu bir ahlâkî tutarlılık mı, yoksa üstesinden gelinmemiş bir travmanın dışavurumu mu?
Tepki vermek dışında bir refleks geliştiremiyoruz. İçerikten bağımsız fikir farklılıkları tehdit gibi algılanıyor. Eleştiri ihanetle eş tutuluyor. Emperyalizme karşı mücadele ettiğimizi söylerken, zihnî bağımsızlığımızı kaybettiğimizi fark etmiyoruz. Yalnızca karşıtlıkla kendimizi tanımlıyor, özgünlüğümüzü yitiriyoruz. Yeni gerçekliklere uyum sağlamak yerine, sadece eski travmaları tekrar edip duruyoruz.
Burada bir noktayı daha açıkça ifade etmek gerekiyor: Bir önceki yazımız bir siyasî öngörü metni değildi. Suriye yarın, Allah korusun, fiilen bölünme sürecine girerse (ki aslında zaten YPG, Esed ve DAEŞ ekseninde yıllardır bölünmüş durumdaydı, ama siz ne demek istediğimizi anladınız), bu durum yazımızın haksız çıktığını göstermez.
Yazımız olayların yönünü değil, o olaylara nasıl yaklaşmamız gerektiğini tartışmaktadır. Savunduğumuz, değişen şartlara göre sürekli yenilenen, ilkelere dayalı ve tutarlı bir düşünme biçimidir. Dünya değiştikçe pozisyonlarımız değil, ilke merkezli reflekslerimiz gelişmelidir.
Okurlar ve yazarlar olarak yazımızda sözü geçen aktörlerle ilişkileri değerlendirirken siyaseti kendi doğası içinde okumalıyız. Ahlâkî pusulamızı şaşırtmamalı, ama uzun vadeli menfaatlerimizi de göz ardı etmemeliyiz. Zira siyasî ilişki zemini ilke, imkân, denge ve maslahatların birlikte gözetilmesini gerektirir.
ABD, Rusya, İsrail veya başka aktörlerin açıklamalarını okuyup analiz ediyoruz, değerlendirmelerimize katıyoruz. Ama onların da bizim onları izlediğimizi ve bizim bu açıklamalardan nasıl etkilenebileceğimizi hesapladıklarını unutmamalıyız.
Tepkiselliğe mahkûm olursak bu açıklamalar bizi yönlendirir. Ancak kendi zihnî bağımsızlığını koruyabilen bir toplum “etkilenen değil, etkileyen” olabilir. Başkalarının tuzaklarıyla haddinden fazla meşgul olan, kendi yolunu çizemez. Yolunu kaybederse de er ya da geç o tuzağa düşer. “Avcılar ne kadar yol bilirse ayılar da o kadar yol bilir” misali…
Zihnî özgürlüğümüzü kaybedersek, siyasî yenilgilerden değil, farkında bile olmadığımız epistemik bir çöküşten söz etmek zorunda kalırız.