Kendi başınalık…
Suların en berrak hâli…
Bulutlardan, pamuklardan (daha bir) aklık…
Sabah dinginliği ve ferahlık…
Sessizliğin uzayan sesi…
Dalıp gidilen tefekkürlük…
Dünyanın en kısa, en uzun yolu… Hürriyetin o gülen yüzü…
İnsanlığın en eski izi patika diyordu, Bilgin Abi.
Dünyanın en kötüleri kim mi diyorsun Selim Ali?
Seni sana bırakmayanlar…
İşte o yukarıdaki Bilgin Abi’nin -bir kısmını- tarif ettiği patika yolu bile senden esirgeyenler…
Cehaletin ve fakirliğin kapısı kapanmasın diye savaşı söndürmeyenler, körükleyenler, timsah gözyaşları dökenler…
Yalanı su gibi içip hakikatin üzerine kalın, siyah perde çekenler var ya…
Ah, Selim Ali, ah!
Hah, bitti bitecek bu zulüm, bu cehalet, bu fakirlik, bu gevezelik, bu “zalim propaganda” diyecekken…
…bu sefer senin yanında gibilerden (mi) çıktı o çıkanlar?
Ne yapayım?
Sen de sorup soruştur biraz.
Altın mı bakır mı diye bakmazsan olacağı bu!
Kurunun yanında yaş da gider; ayak da gider baş da gider; elde avuçta ne varsa onlar da gider. Yer bitirir seni de… sonra da döner; dilinin, dişinin kirasını da ister. İster de ister.
Kapıyı açmayacaktın. Tebessüm bile etmeyecektin onlara. Sûret-i haktan görünenlerin sîretini, suratını gördüysen… eh, o da kâr hânesinde…
Yoksa?
Yoksa… hürriyeti bekler durursun.
HÜRRİYETİ BEKLEMEK
Ne kadar hürriyet;
O kadar ekmek…
Hürriyet olmadan ekmek olmaz;
İster tarihe bak ister şimdiye…
Hürriyet dediğin nazlı gelin;
Her yere gelip oturmaz.
Hürriyet… nasıl desem bilmem ki…
Adalet, nezaket, servet…
Hürriyet konuşur İpek sesiyle;
Kabalık nedir, bilmez!
Ah, hürriyet âşığım sana!
Ey güzeller güzeli sûret!
Söyle, kaç asırdır bu nazın!
Gidesi yok mudur istibdadın!
Seni beklemekten bir hâl oldum.
Morardım, sarardım, lâl oldum.
Sevgiliden beter beklediğimsin…
Günleri günlere eklediğimsin…