Onunla tanıştığımda küçüktü; bakımsız, çelimsiz bir şeydi. Eh, mâdem elime geldi ona bakmak, onunla ilgilenmek gerekirdi elbette.
Emanetti Rabbimden.
Gel gör ki, tam da hakkını verebilmiş değildim. En azından, ilk aylar böyleydi; böyle geçti o günler. Unutuverdiğim oluyordu onu. Bir de bakardım ki; boynu bükülmüş, mahzun… İçim “cız” ederdi. Üzüntü haleleri oluşurdu yüreğimde.
Ne istediği belliydi lisan-ı hâlinden. Hemen her şeyi bırakır, onunla ilgilenirdim. İnsânî görevimdi hem zâten.
Sevilmekten anlamayan hangi şey var dünyada?
Ertesi gün, memnuniyeti okunurdu yüzünden. Âdeta tebessüm ederdi, beni de tebessüm ettirirdi beraber.
Dünya, bu!
İş güç, meşguliyetler, derken yine ihmale uğrar, yine boyun bükülür.
Düşe kalka aylar geçti. Doğrusu, onu pek memnun edemedim. Ama, şunu yaptım sonunda: Tuttum, onun yerini genişlettim; yeni bir mekâna naklettim onu. Bulunduğu yerden de memnun değildi zâten, sıkılmıştı orada; sığmıyordu kabına.
Eh, fenâ da olmadı zâhir.
Bir gün durum değişti. Onunla gün boyu birlikte bulunduğumuz mekândan, eve gittik birlikte.
Bu işe, o da memnun oldu, evin hanımı da…
O, bir cihette kurtarmıştı canını; benden, benim ihmallerimden.
Evin hanımı, önce banyo yaptırdı tepeden tırnağa; eline yüzüne çekidüzen verdi ve tuttu, salonun baş köşesine, aydınlık bir yere oturttu onu.
Oh, ne âlâ…
Coştu. Mutluluktan, parıl parıl parladı; “sinek kaydı” âdeta!
Serpildi, boy attı.
Kadın eli, ana şefkati bu, ilâç gibi; cana şifâ, ömre safâ.
Sevginin sessiz dili işte, bu!
Demek, onun lisan-ı hâl ile yaptığı dua ind-i İlâhîde kabul görmüş olmalı; evin hanımının şefkati ise, fiilî dua…
Her gün, her hâlini izler olduk dört gözle hanım ve ben, bir de Rabbim rahmetiyle nâzır ve onun her hâlinden haberdardı.
Zor günler, daraldığı günler geride; o günlerde soluyan, soluk alan yapraklar ise altta kaldı; sarardı, soldu. Ayrılık hüznü çökmüştü gönlüne Latince ismi “Ficus elastica” olan bizim kauçuğun, ama büyüttüğü bedende arkadan gelenlere, gençlere yer verdiği, onlara yol açtığı için saadeti sonsuzdu.
Nihayet, alttakinin vedâ vakti geldi, çattı kapıya; “pat” diye düştü sarı yaprak toprağa. Sarı yaprakla, kara toprak birbirine ne kadar da yakıştı. Hatta, evin hanımı, sarı yaprağın sapını toprağın tenine gömüyordu ümitle, belki tutar diyerek.
Heyhat, ne mümkün!
Ayrılıklar hüzne döner daima.
Toprak, kimleri sinesine sarmadı, kimlere kucak açmadı ki dünyada?
Tıpkı ona bakan, onu memnun eden ablası gibi.
Sona varış, “yok oluş” olmadığından; toprak onu hazmeder, tekrar döner bedene; dal olmak, yaprak olmak, bir gün yeniden solmak için.
Her şeylere kâdir olan Mevlâ’mız, bir hayatı bir saksıya sığdırır.
Ve nihayet topraktan gelen, toprağa döner.
Evet.
Elbet her şey solacak, dönüp toprak olacak; tekrar doğmak, tekrar olmak duasıyla…